İstanbul zor ya hu. İnsanı içine çekiyor koşuşturmacası. Biraz soluklanayım şu köşe başında derken bir bakıyorsun haftalar, aylar geçmiş gökyüzüne son bakışının üzerinden. Benim de ömrüm Asya ile Avrupa arasında mekik dokumakla geçiyor. Gökyüzünü otobüsün camında, denizi marmaray çıkışında görebiliyorum. Lakin kural belli, kendi yaptığımız tercihlerden şikayet etmemiz mantıksız. Neyse efendim yarım kalmış bir yazımız olacaktı buralarda ona devam edelim.
Ne demiştik kısa bir tatilin kârı. Bu yazıyı yine kısa bir tatilde tamamlıyor olmak da sanırım bir ironi. Belki bir gün bir şeyleri ertememeyi öğreniriz, kim bilir?
Mücella - Nazan Bekiroğlu
Popüler olan herşeye biraz mesafeli durmaktan bazı güzel şeyleri geç keşfettiğim çoktur. Bu duruşun herhalükarda kattıkları eksilttiklerinden fazla olmuştur. Velakin popüleritenin arama mesafe koymayı beceremediği bazı şeyler de var şüphesiz, onlardan biri de Nazan Bekiroğlu romanları.
Herşeyden önce Nazan Bekiroğlu’nun kendine has bir üslubu var. Onun adını görmeden dahi bir yazısını okusanız bunu O yazmıştır diyebiliyorsunuz. Sonra ağır ağır ilerleyen bir dil altında yumuşacık akan duygular var. Her zaman onun cümlelerinin içinden akan duyguları hissetmek mümkün ve bu, sanırım onun samimiyetinden kaynaklanıyor. Bir insan gerçek duygularını ortaya koyup yazmasa duyguları da bu kadar iyi anlatamazdı.
Ama herkes Bekiroğlu’nun romanlarını sevmez pek tabii. Evvela cümleleri ağdalıdır. Özenle seçilmiş kelimeler ile örülmüştür. Ayrıntıları sayıp döker, yavaş yavaş ilerler kitapları. Hızlıca okuyup geçmeye müsait değildir pek fazla. Lakin yine de gerçek duygular barındırır seveni için. Dilinin nazları çekilir cümlelerinin.
Hele ki Nar Ağacı… Onunla taçlanmış, zirvesini bulmuştur cümlelerdeki duygu akışı. Nar Ağacın’nın yeri ben de ayrıdır. İçinde yaşamak istediğim romanlardan biri de odur. İşte Nar Ağacı’ndan bu yana yeni bir roman bekleniyordu kendisinden. Gerçi beklenen gelmez, hiç beklemedik anlarda gelir çok sevilenler. Kendisinin de Nar Ağacı gibi bir kitabı beklentisiz bir zamanda yazacağına inanıyorum.
Şimdi gelelim Mücella’ya…
Mücella, bir kadın romanı. Arka planında Türkiye’nin olduğu takvimlerden kopan yapraklarla birlikte zaman içindeki değişimi de anlatan bir roman. 1920’lerden günümüze Türkiye ve cumhuriyet ile eş zamanlı bir hayat hikayesi.
Trabzon’da geçen bir hikaye Mücella’nın hikayesi. Bir kendisi var bir annesi değişmeyen bu hikayenin merkezinde. Diğerleri hayatlarında ama merkezde değiller, diğerlerinin hayatında hep bir şeyler değişiyor, bir şeyler yaşanıyor ama Mücella hep izleyen oluyor. O da bir şeylerin olmasını bekliyor. Neyi beklediğini bilmese de bekliyor. Yıllar öylece akıp gidiyor.
İşte romanın özeti budur. Durgun ve olaysız. Roman boyunca Mücella ile birlikte siz de bekliyorsunuz bir şey olacak diyorsunuz; işte şimdi bir şey olacak ve bu romanın yazılış amacı bu diyeceksiniz. Ama ne yazık ki olmuyor. Açık söylemek gerekirse roman ben de hayal kırıklığı yarattı. Nazan Bekiroğlu’nu ilk kez okuyor olsaydım bir daha kolay kolay kitabını okuyamazdım.
Yazar, romanda tam olarak okuyucunun Mücella’yı sevmesini sağlayamıyor. Ne O’na dışardan bakabiliyor okuyucu ne de sahiplenip benimseyebiliyor kahramanı. Bir de bunun üzerine beklenenler gerçekleşmeyince roman öylece havada kalmış hissi yaratıyor. Ancak sanırım Bekiroğlu’nun istediği de bu. Kitabın sonlarında neden bu hayat hikayesini romanlaştırdığını kendisi de soruyor. Nedeni hayatın da tıpkı böyle olması. “Kiminin hayatı, izleyenleri tatmin eden bir sonuca bağlanmıştı, mükemmel bir roman gibi. Kimininki sebepsiz sonuçsuz kalmıştı,hayat gibi.” diyor.
Nazan Bekiroğlu’nun da hayatın bu yönünü anlatmaya çalıştığını anlıyoruz ki kendisi de Mücella’nın bir roman karakteri olamayacağını itiraf ediyor, bu nokta da başarılı olduğunu da söyleyebiliriz belki ama edebi anlamda başarılı olduğunu söylemek zor ne yazık ki.
Romanın sonunda okuyucunun tatmin olması, edebi bir zevk alması, hislerinin harekete geçmiş olması gerekirdi ama son sayfayı çevirdiğiniz de bir his değil bir boşluk duyuyorsunuz. Arka planda akıp giden Türkiye manzarasına odaklanayım deseniz maalesef Bekiroğlu da romancıların aşamadıkları bir engele takılmış. O da bu olaylara yüzeysel bir bakıştan öteye gidememiş. (Yakın zamanda okuduğum Kafamda Bir Tuhaflık’ta da bu rahatsız ediciydi işin aslı. Arka planında yakın tarihi anlattığını savunan her romanda olaylarla ilgili benzer cümleler var. Madem bunlar, bu denli insanların hayatına etki eden olaylar iki cümle ile özetlenememeliler, bir derinlikleri olmalı anlatılırken. Ama belki de bu işin tek yolu budur ve ben bu tarz romanları okumayı bırakmalıyımdır.)
Tüm bunlar bir yana bir de Bekiroğlu’nun üslubunda bir sadeleşme göze çarpıyor. Ağdalı dil yerini sade cümlelere bırakmış. Yani hikayeyi ele alış tarzı yazarının Bekiroğlu olduğunu ne kadar ele veriyorsa dili de bir o kadar aksini söylüyor. Bundan sonra merak konusu olan acaba Bekiroğlu bu sadeliği sürdürecek mi yoksa eski üslubunu devam mı ettirecek. Ancak umuyorum ki bir dahaki romanına roman kahramanı olmaya uygun bir karakter seçecektir.
…
“Ölüm ara renkleri iptal eder. Bu defa da öyle oldu. İdamların arkasında geriye sadece siyah ve beyaz kaldı. Sadece göklere çıkarılabildi o iktidarın yapıp ettikleri ya da tümüyle reddedildi.”
“Denenmemiş gücün kaç kırat çektiğini kim bilebilir?”
“Yaranın en fazla kanadığı yerden dağlandığına inanıyor. Kangren olmuş uzva merhem kar etmez, satırı birdenbire indirmek gerektiğini biliyor.”
“Konaktan apartmana, evden daireye, bahçeden balkona, topraktan saksıya, cennetten dünyaya geçilmişti işte, Daireler büyürken bahçeler küçülmüş, sonunda tümüyle yok olmuştu. Şehrin yüzü gibi kalbi de kalbi de paragöz ve cingöz adamların gönlünce değişmiş, eski alışkanlıklar bir köşeye itilirken yeni adetler edinilmişti.”
“Çocuğun olduğu yerde herşeye rağmen ümit var. Hayat herşeye rağmen heryerdedir ve değerlidir. Veremli Yusuf Ziya’nın penceresinin önünde bile leylakla açtığında hayat Mücella’ya bunu öğretmişti.”
…
Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı
Barış Bıçakçı, kendine has bir okur kitlesi olan son dönemin yükselen yazarlarından. Kendisi hakkında pek de fazla bilgi sahibi değildim ancak kitaplarının isimleri bende hep ilgi uyandırmıştı. “Sinek Isırıklarının Müellifi” mesela ne hoş ve ilginç bir tamlama. Kitap hakkında bir şey bilmese de insanda okuma isteği uyandırıyor. En nihayetinde Bıçakçının bir kitabını okumaya da muktedir olduk. Kitabın konusundan bahsedecek olursak:
Ender ve Çetin. İki dost, okul yıllarından beri yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş, bazen araya mesafeler girmiş ama onlar da ancak dostluklarını güçlendirmiş. Üniversite bitip mesafeler aradan kalkınca aynı evde yaşamaya başlamışlar. 30’lu yaşlarda iki adam. Sakin belki sıradan ama onlar için huzurlu bir hayat.
Sonra bir gün bir kaza oluyor ve evlerine bir misafir geliyor yakın arkadaşları Fikret’in kızkardeşi Nihal. Anne ve babalarını kaybedince ve kendisi de Amerika’ya dönünce yalnız kalmasın diye Nihal’i iki dostuna emanet ediyor Fikret.
Sonra… sonrası malum modern insanın çaresizliğini anlatan tüm romanlar gibi bu roman da bir aşk üçgenine bulaşıyor. Bulaşmak ne kelime romanın tüm hikayesi bundan ibaret. İki çaresiz adamın çaresiz aşkı.
Barış Bıçakçı dediğim gibi okumakta geç kaldığımı düşündüğüm isimlerdendi. Sade bir uslup ve çokça Ankara. Ama ben günümüz yazarlarını okurken çoğu kez duyduğum o hayal kırıklığını bir kez daha yaşadım bu kitapta. Buket Uzuner, Hasan Ali Toptaş, Selim İleri ve şimdi de Barış Bıçakçı. Elimi attığım daha kaç kitaptan bu çaresizliğe yapılan güzellemeler ile bin pişman ayrılacağım acaba?
Anlattıkları şey “modern insanın çaresizliği” . İçi sıkılmış karakterler, hayatın anlamını, hayata inancını kaybetmiş, boşlukta insanlar, hep bir şey eksik hayatlarında, hep bir boşluk var iç dünyalarında. Onların iç sesleri ile anlatılan romanlar ve illa ki bir aşk üçgeni, bir gayri meşru ilişki. Sayelerinde bu kitapların, üçüncü bir kişi olmadan aşık olunamayacağına inanacağım neredeyse.
Artık emin olamıyorum gerçekten insan bu kadar büyük bir çaresizliğin içine mi düştü de bu denli yazılıp çiziliyor çaresizliği yoksa bir akım mı oldu bu tarz ve sürekli dönüp dolaşıp beni buluyor. Bu kitabı daha erken okusaydım -tüm o çaresizlik güzellemelerinden ve iç bunaltıcı kahramanlardan önce- sever miydim bilmem. Lakin uzun bir süre daha “modern insanın çaresizliği” kitapları benden uzak olsun.
Fazla batılı geliyor bu kitaplar bana ve bir kez daha iyi ki doğuluyum diyorum. Doğuya ait hissediyorum iyi ki kendimi. Gerçi yazar kitabında doğululuğu bir güzel yererken batılılığı da göklere çıkarmaktan geri durmuyor. Batı’nın herşeyini yaşama dair bulurken Doğu’nun “yaşamama”yı “bir halt sandığından” dem vuruyor vs. İlk kez bu görüşlerle karşılaşmıyor tabi insan ancak ait olduğun yeri bu kadar sevmemek de neyin habercisi bilemiyorum.
Bir yazara beni bağlayan en önemli unsur da tabi üslub ve ne yazık ki bunu da Bıçakçı da bulamıyorum. Evet yalın ancak insanı kalbinden yakalamıyor, aklına birtakım çağrışımlar düşürmüyor. Oysa kendisini okumadan önce böyle bir dille karşılaşacağımı ummuştum. Sanırım kitapların isimlerini bu denli beğenmemden kaynaklı bir durum. Neyse efendim, bir kitabının ismi beni bir kez daha kandırıncaya kadar kendisini okumaya dair içimde bir istek kalmadı ne yazık ki.
…
“Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.”
“Önce aşk vardır. Hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar.”
“Bütün sıkı ilişkiler azınlıktır çünkü. Sırtlarını ‘dışarıya’ bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık.”
“Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir.”
…
Sanırım bu kısa tatilin kârı Şanzelize Düğün Salonu’ydu. Zaman geçtikçe kitaba, atmosferine, karakterlerine olan sevgim daha da artıyor. Okuyun, okutturun efendim.
Kamu yararına acil bir istek: Murat Menteş yeni bir roman yazsın!