Gerçek dünya diye bir yer yok. Yaşadığımız yer baştan aşağı kurgulanmış. Elimize verilmiş bir senaryoyu oynayan aktörler/aktrisler gibiyiz. Geçtiğimiz yüzyılın başında belki de elimizde kalan son özgün karakterleri de kaybettik. Maalesef artık hepimiz birer “tip”iz, birer “karakter” olamıyoruz.
Doğu ne zaman ki Batı karşısında mecalsiz kaldı; kültürünü, Batı kültürüne kurban etti. Onlar gibi giyindi, onlar gibi konuştu, onlar gibi olmak istedi. Oysa Batı maddeyken Doğu ruhtu, Batı fizikken Doğu metafizikti. Şimdi ise Cündioğlu’nun dediği gibi "Metafiziğini yitirmiş bir dünyanın çocukları çaresiz."
Artık dünya küçük bir kasaba. Bu kasabanın tek bir modası var, tek bir dili, bir tek düşünüş şekli var. Akıllar artık yönetmiyor, yönlendiriliyor. Hem de seve seve, güle oynaya teslim oluyor kendi katiline. Filmlere, reklamlara, markalara kendi rızası ile teslim oluyor insan. Ne biliyorsak onlardan öğrendik. İdeal hayat nasıl olmalı, ne yenmeli, ne içilmeli, nasıl konuşulmalı, ne almalı, ne tüketmeli? Ama illa ki tüketmeli…
Maddemiz konusunda modaya tabî oluşumuz yetmezmiş gibi maneviyatımıza da el koydular. İnsan nasıl sever, nasıl aşık olur, sevince ne yapar, ne yapmaz bunlara da onlar karar verir oldu. Daha doğrusu karar veren insandı ama karar mercini çoktan kendine dayatılanlara terk etmiş olan insan, artık öğretildiği gibi bir iç dünya kuruyordu kendisine.
Daha önce biraz da olsa “öğrenilmiş romantizm”den bahsetmiştik. O da bu öğrenilmişlik zincirinin bir parçası. Peki nedir bu öğrenilmiş romantizm? Efendim şöyle anlatmaya çalışalım; öğrenilmiş romantizm; tüm dünyaya pazarlanan ‘özel günler(!)’dir, kırmızı güller, mumlar, balonlardır, tüm dünyaya duyurarak yapılan evlilik teklifleridir, aşk nedir sorusuna midende kelebeklerin uçmasıdır gibi cevaplar vermektir… Yani genelin romantiklik olarak algıladığı bu ve benzeri faaliyetlerdir. Eğer genel onun arkasından gidiyor ve onu arzuluyorsa, o şey bu öğrenilmiş kültürün bir parçasıdır.
Peki, nasıl öğrenildi tüm bunlar? Cevap oldukça tahmin edilir: Hollywood sayesinde. Pek tabii başka etkenler de var ancak en etkili sebep Hollywood. Tüm filmlerde söz birliği etmişcesine birörnek romantizm anlayışı sunulur izleyiciye, dizilerle reklamlarla desteklenir; bir kültür böylece beyinlere kazınır, toplum bu kültürle şekillenir, sosyal medyada insanlar öğrenilmiş yaşamlarının her anını afişe ederler… Buyrun nurtopu gibi bir algınız var artık, kendini popüler kültüre teslim etmiş bir algı. Sonuç:Tek tipleşme.
Peki bu işin bir alternatifi yok mu? Biz bu tek tip hayata mahkum muyuz?
Öncelikle kurgulanmış bir dünyada yaşadığını fark etmen gerek. Sanırım bu ilk ve en önemli adım. Ancak beraberinde sancılı bir süreci getirecektir. Öyle ki artık içinde yaşanılan kurgu ağır gelmeye başlar. Sanırım burada en şanslı olanlar, tüm bu kurgulanmışlığın farkında olan insanlardan oluşan bir yakın çevreye sahip olanlardır.
Diğer yandan hiç şüphesiz ki alternatifler var. Filmler bazında düşünürsek; “bağımsız sinema” gerçeğini göz ardı edemeyiz. Hollywood’la kıyaslandığında yerel sinemalar çok daha ‘gerçek’tir. Tabi 'kimin gerçeği' sorusunu sormak gerek. Avrupa sinemasından sevdiğin bir filmi izlerken ekrana gülümseyerek bakarsın ama orası uzak bir diyardır, başka insanların başka hisleri. Doğu’nun hislerini yansıtmaz. Çünkü Doğu ile Batı aşkı aynı anlamaz, aynı yaşamaz.
İşte, tam bu noktada karşımıza bir başka gerçek çıkıyor: İran Sineması.
Evvela genellemelerden kaçınalım. Bir kümenin tüm elemanları birbirinin aynı olmaz. Bu her alanda böyledir. İran’dan şahane filmler çıktığı gibi, vasat ve belki kalitesiz filmler de çıkabilir. Ancak İran’ın son dönem yükselen bir sinema olduğu ve çok kaliteli işlere imza atıldığı ortadadır.
İran fimlerinde, insan ve kültür olduğu gibi ve başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarılır. Gerçek duygular vardır filmlerde; gerçek çaresizlik, gerçek sevgi, gerçek sadakat… Ve Doğu'nun anladığı manada çaresizlik, sevgi, sadakat... vardır bu filmlerde. İran Sinemasının bu başarısı aynı zamanda “Kaliteli sanat baskı altında ortaya çıkar.” savını da destekler niteliktedir. Tabii tüm bunların altını dolduran gelenek ise en önemli unsurdur.
Örnek olarak İran Sinemasından pek çok film zikredebiliriz ancak üzerinde durduğumuz asıl konu öğrenilmiş romantizm Öyleyse. burada İran Sinemasından gerçek aşkı anlatan iki filmle alternatifimiz yok mu sorusunu cevaplayalım: Baran ve Allah Yakındır.
BARAN (2001)
Baran, bir Mecid Mecidi filmi.
Latif, inşaatta çalışan genç bir işçidir. Latif’in diğer işçilere nisbetle daha rahat bir işi vardır, inşaatın alış-verişini yapar, işçiler için yemek hazırlar. Ancak Latif’in pek de ismi ile müsemma bir genç olmadığını görürüz, kavgacı bir yapısı vardır, paraya da çok düşkündür.
Bir gün Afganlı bir işçi olan Necef, çalışırken düşer ve bacağı kırılır. Latif’in hayatını değiştirecek olaylar zinciri böylece başlar. Necef’in oğlu Rahmet onun yerine inşaatta işe başlar. Ancak inşaat işi için küçüktür. Latif’in yine bir kavgaya karışması neticesinde artık onun yaptıklarından bıkan Memar -inşaatın başındaki kişi-, Latif’i işinden alarak onun işini Rahmet’e verir. Latif artık inşaatta sıradan bir işçidir. Bu olanlar Latif’in daha da hırçınlaşmasına yol açar.
Ancak bu noktada Latif’in hayatı bir dönüm noktasına uğrar. Latif aşık olur.
ALLAH YAKINDIR / HÜDA NEZDİK EST (2006)
Allah Yakındır’ın yönetmeni ve senaristi Ali Vazirian.
Rıza, annesi ile yaşayan, motor taşımacılığı yapan kendi halinde bir gençtir. Ancak O, diğer insanlardan biraz farklıdır. Rıza çevresindekilerce biraz saf kabul edilir. -Halk arasında safdil olarak adlandırılan bir kişi- Ancak oldukça temiz kalplidir.
Bir gün Rıza’nın motoruna bir adam biner. Rıza, onu Kulude köyüne götürür. Köyün yolu bozuk olduğundan ulaşım motorlarla sağlanmaktadır. Rıza’nın köye bıraktığı adam köy okulunda hademedir, burada Rıza, okula yeni bir öğretmen geleceğini öğrenir. Rıza, adamı bıraktıktan sonra yine şehre döner. Yolcu beklerken birden köyün yeni öğretmeni Benyamil (Leyla) Hanımı görür.Muallime Hanım, Rıza ile köye gider. Rıza, bundan sonra her gün Muallime Hanımı motorsikleti ile evinden alıp okula götürmeyi ve dersten sonra evine bırakmayı vazife edinir.
Rıza daha Muallime Hanımı ilk görüşünde sevdaya tutulur. Bundan sonra ise şiirlerle yoğrulmuş, naif bir Leyla ile Mecnun naziresi izlemeye başlarız.
-Bundan sonraki değerlendirmeleri filmleri izledikten sonra okumanızı tavsiye ederiz.-
Baran/Rahmet, hiç konuşmadı ama biz onun hissettiklerini Latif için bıraktığı bu bir bardak çay ile iki şekerden anladık. Sarrafların vitrinlerini süsleyen hangi taş bu denli değerli olabilir. Ya Latif'in bu çayı gördüğü an olduğu yere oturup kalışı...
Mecid Mecidi İran Sinemasının belki de en iyi yönetmeni. Baran’la da yine önümüze harika bir film koyuyor. Baran; aşkın ne olduğu sorusuna cevap veriyor. Aşk; iyi biri olmaktır.
Latif, sert, hırçın bir gençken. Bir anda yüreğine bir kor düşüyor. Latif o ateşte pişiyor, yanıyor. Daha önceleri taş atarak kaçırdığı güvercinleri, sevdiği onları seviyor diye seviyor, besliyor. Bir bardak suyu saksıdaki bir çiçekle paylaşıyor. Hayatındaki en önemli şeyi, parasını, gözününü kırpmadan sevdiği harcıyor. Bu da yetmiyor kimliğini satıyor. Ve tüm bunları bir karşılık beklemeden yapıyor.
Allah Yakındır ise Baran’a kıyasla çok da duyulmamış bir film ancak filmin naifliğinden mi yoksa başkahramanımız Rıza nedeniyle mi bilinmez en sevdiklerimiz arasındadır. Rıza’yı oynayan oyuncu mükemmel bir iş çıkarmış. Yukarıda da söylediğimiz gibi film bir Leyla ile Mecnun güzellemesi ve Leyla’dan geçip Mevla’yı bulma yolculuğu.
Rıza, öyle saf bir kalbe sahiptir ki onun gönlüne giren sevda, Rıza’nın kalbinde kendisine mukavemet edecek hiçbir engel bulamaz, onun kalbini ele geçirir. Rıza, Muallime Hanım'ı ilk gördüğü andan itibaren onun aşkına boyanır. Ne yer, ne uyur. Ancak gün gelir Muallime Hanım'ın evleneceğini öğrenir. Bundan sonra artık Rıza eskisi gibi olamaz. Bir daha o kapıdan çıkmayacağını bilse de gece gündüz sevgilisinin mavi kapısında bekler de durur.
Sonunda kendini bilmez bir halde yataklara düşer. Son bir umut onu alır türbeye götürürler. Türbenin başucuna bırakırlar. Rıza, baygın haldeyken bir zat ona görünür, rüyasında ona ekmek ve bal verir. Kendine geldiğinde aynı ekmek ve balı üzerinde bulan Rıza onları yer. Bundan sonra Rıza bambaşka biri olur. Onu da aşk ateşi pişirmiş, yakmıştır.
Bundan sonra Leyla’sı yine bir rüya vesilesi ile kendisine gönderilir de, o artık asıl aşkın ateşine düşmüştür, Leyla’yı geçmiştir. Ancak Leyla’sı da eski Leyla değildir. Onun da gönlüne aşk düşmüştür. Burada yine izleyiciye açık bir kapı bırakılmıştır. İflah olmaz iyimserler Rıza ve Muallime Hanım’ın yollara beraber düştüğüne sonuna kadar inanabilirler.
İki film arasında pek çok ortak nokta ve benzer sahne mevcut. Her iki filmde de kahramanımız ilk görüşte aşık olur. Latif, sevgilinin aynadaki aksine, Rıza cemaline. Doğu’da aşk algısı böyledir. Aşık, Maşuk’a ilk görüşte vurulur.
Her ikisinde de Maşuk’un ayakkabısı suya kapılır. Rıza, suya kapılan ayakkabıyı yakalayıp sahibine getirir. Baran’da ayakkabı çamura saplanır, Latif, ayakkabının çamurunu siler, sahibine getirir. Sanırım bu da Maşuk’un hizmetkarı olmak anlamına gelir.
Rıza, Muallime Hanım’ın kendisine verdiği ilk parayı ve motoru tamir etmek için verdiği tek tokasını saklar, hep yanında gezdirir. Ta ki gördüğü rüyadan sonra iyileşinceye kadar. Bundan sonra tel tokayı yeğenine hediye eder, parayı da yaşlı bir kadına verir. Mevla’ya yüzünü çeviren kul, Leyla’dan halas olur.
Latif ise Baran’ın yokluğunda onun oturduğu yerde oturur, onun gibi kuşları besler. Burada Baran’ın tel tokasını ve tokanın üstünde bir tel saçını bulur. Bu tokayı sürekli yanında taşır. Baran’ın Afganistan’a döneceğini öğrenen Latif duramaz, nereye gittiğini bilmeden koşar, soluk soluğa kalır. Kendini bir havuzun başında bulur, yüzünü yıkar. Sonra mescidin önünde olduğunu fark eder. Havuzun başında kasketini bırakır. Mescide girer. O geceyi mescidde geçirir. Ertesi gün sukunetle Baran’ın evine gider, eşyalarını kamyonete yükler, rıza içinde Baran'ın gidişine razı olur. Mecid Mecidi’nin yakın çekimi ile görürüz ki Latif’in havuz başında bıraktığı kasketinin yanına Baran’ın tokası ilişmiştir. Latif, Leylasını dışarıda bırakıp Mevla'ya teslim olur. Mevla’ya teslim olan Leyla’sızlığa razı da olur.
Gelgelelim iki filmin ince noktalarına. Küçük ayrıntılar her zaman önemlidir. Hele ki böylesi naif filmlerde. Baran’ın naif noktaları Mecid Mecidi’nin bizlere sunduğu eşsiz fotoğraf karaleri idi.
Bir ömür bu andan daha yakın olamayacak iki aşık, birbirini bir daha hiç göremeyecek iki aşık... Ama bu kadarına bile razı, bu kadarıyla bile mutlu iki aşık.
Sonunda kalan sevgilinin ayakkabısının çamurdaki izi ve onu da silip giden yağmur.
Peki ya Allah Yakındır. Hangi sahnesini anlatmalı. Rıza’nın Muallime Hanım'ı ilk görüşü, “âb” dersini anlatırken onu izleyişi, ormanda kaldıklarında Leyla’nın okuduğu Hafız’ın şiiri, Leyla’nın bir sözü ile kalbi unufak olan Rıza, elinde çiçeğiyle Leyla’nın kapısının önünde bekleyişi, sonra ormana gidip ağlayışı, sevdası, ateşi, rüyası, uyanışı, içten içe yanan o son hali ve en son sahne motorsikleti ile yola koyulmak üzere hazır olan Rıza, Leyla ile karşılaşır, ikisi de birbirlerinin yüzüne bakamazlar:
“Artık Kulude köyü’ne gitmiyorum”
“Ben de artık Kulude’ye gitmiyorum”
Son görüntü: Taşımacılık yaparken Rıza'nın beline bağladığı Muallime Hanım’ın tutunduğu meyve kasası çiçeklerin arasında terk edilmiş bir haldedir.
İster artık yolları ayrıldı bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın isterseniz yolları ayrılmamacasına birleşti bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın efendim.
“Geldi üzerime üç keder bir anda, yalnızlık, esaret ve sevgilinin hasreti.
Yalnızlık ve esaretin çaresi var ama,
Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti…”