6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir Kitabın Düşündürdükleri Yahut Bir Zamanlama Hatası

Edebiyatın ifade gücüne hayranım. Bir cümlenin ne söylemiş olduğu da pek tabii önemli ancak asıl o cümleyi edebiyata dahil eden ya da dışarıda bırakan, cümlenin nasıl söylenmiş olduğu. Bazen bir yazar çıkar, öyle güzel bir söz söyler, bir cümle yazar ki kalemi sanki gelir kalbinize dokunur. İşte bu yüzden kitaplar büyülü şeyler. 

Bazı kitapları okurken insan, yazarla konuşuyormuş, sanki yazar onu karşısına alıp hikayesini yalnız onun için anlatıyormuş hissine kapılır. Sonra bir kitabını daha okursunuz yazarın, bir tane daha. Daha çok konuşursunuz, daha iyi tanırsınız onu. Bir süre sonra o yazar yakın bir dostunuz gibi gelmeye başlar. Aynı sırrın bir araya getirdiği iki sırdaş gibi hissedersiniz. 

Bu ilk kez başıma lisedeyken gelmişti. O zaman da kalbimde sakladığım yazarlar vardı. “Ne yazsalar okurum” derdim onlar için. Bu yazarlar listesi hiç maddi dünyada kendine yer bulmadı, hep kalbimizde saklı. Hatta baştan sona sayılıp, düşünülmüş de değiller. Kaç kişi olduklarını onlar da bilmiyorlar ben de. Liste ilk ortaya çıktığından beri orada olan yazarlar var, sonradan gelenler de ve maalesef eksilenler de.

Bir yazarı bu listeden çıkarmak demek kalpten çıkarmak demek. Artık o ne yazarsa yazsın okumamak demek. Yeni kitapların kitapçıda boynu bükük, eskilerin rafta mahzun kalması demek. Kiminin nedeni benim artık değişmiş olmam kimisi de artık kendisi değiştiğinden. Bu isimlerden biri de Ahmet Ümit. 

Ahmet Ümit, soğuk kış gecelerinin polisiye romancısı. Başkomiser Nevzat, Ali ve Zeynep ile birlikte karanlık İstanbul sokaklarında dolaşmak liseli halimin en büyük zevklerinden biriydi sanırım. Aynı adlı hikayeden yola çıkarak Trt’de “Şeytan Ayrıntıda Gizlidir” adlı bir de dizisini çekmişlerdi kahramanların. Başkomiser Nevzat’ı Çetin Tekindor canlandırıyordu. Kitapları okurken de Nevzat’ı hep Çetin Tekindor olarak hayal ederdim.

Ahmet Ümit ile bağlarımız o zamanlara dayanıyordu. Sonra biraz o değişti biraz da ben. Artık polisiye yazarı olmaktan çıkıp bir romancıya dönüştü. Farklı bir üslupla ve ideolojisi için yazan bir adam oldu. Bu arada benim için de büyüsü kaçmaya başlamıştı kitaplarının. Sonra yeni bir kitabı çıktı ve bu kez okumadım. Öncekileri tamamlamak için de bir çabam kalmamıştı. Sonra kitaplığımı düzenlerken en alt rafa koydum kitaplarını. Her birine sevgiyle baktığım kitapların yanında değildi artık. Bu; biraz da büyümek gibi, zor ama kaçınılmaz.

Geçen gün kitapçıda beklenmedik bir anda bir kitap çıktı karşıma. Varlığından hep haberdar olduğum ama hiç görmediğim bir kitap “Sokağın Zulası”. Ahmet Ümit’in 1989’da yayımlanan ilk kitabı. Ayrıca yazarın ilk ve tek şiir kitabı. Bu kitabı hiç görmemiştim ama içindeki bir şiirden hep haberim vardı: Fotoğraf.


Ahmet Ümit’in “Sis ve Gece” adlı hikayesinde geçer bu şiir ve hikayenin sisli havasına pek uygundur. Daha o zaman kalbimi çalmıştır, özellikle içindeki dört satır. Belki Ahmet Ümit büyük bir şair olmayabilirdi ama sadece bir kaç satırla kalbe dokunabiliyordu işte. 

Yıllar sonra bu kitap karşıma çıkınca dayanamayıp aldım. Tekrar o liseli kız olmak istedim. Gecenin bir yarısı loş ışıkta, tekli koltuğumda, henüz hiçbir şeyden haberim yokken Başkomiser Nevzat’ın yalnız hayatına yine hiçbir şey bilmeyerek bakmak istedim. İstanbul’un uzakta bir şehir, yalnız yaşamanın da planlarımın arasında hiç olmadığı günlerde kitapları seven tasasız bir lise öğrencisi olmak istedim. 

Başka bir zamanda bambaşka bir etki yaratabilecek bir kitap, yanlış bir zamanda çok yanlış bir etki yaratabiliyor. Sanırım şu sıralar tüm olanlar bir zamanlama hatası.

***

“Biraz eğ başını, hafifçe gülümse, oldu.
Işık uygun, harika bir fotoğraf olacak bu;
Bir de fonda şu cüzzamlı yeryüzü olmasa;
Yine de seviyorum seni, sakın kıpırdama.”

***