30 Nisan 2017 Pazar

Acayip Şeyler


Tarık Tufan’ın yeni kitabı çıktı. "Beni onlara verme". Tüm seçkin kitapçılarda falan demeyeceğim size merak etmeyin. Amacım kitabı tanıtmak değil. Yanlız kitapta Tarık Tufan’ın kullandığı bir epigraf vardı. Epigraf nedir diye sorulacak olursanız; yazıların başında yahut edebi eserlerde bölüm başlarında yazı ile ilgili, onu özetleyen, ufak ipuçları veren alıntılara epigraf deniliyor.

Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta harika epigraflar kullanmıştı. Kitabın ilk epigrafı şudur:
“Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrarı öldürür.”
Hemen altında yer alan ikinci epigraf ise şu:
“Böyle ölecekse, öldür o zaman sen de esrarı, esrar satan yalancı peygamberi öldür!”

Ahh Kara Kitap…

Neyse mevzumuz bu da değildi. 
Tarık Tufan, Beni Onlara Verme’de şöyle bir epigraf kullanmış:
“Lan filmde olsa inanmazsın ama gerçek hayatta daha acayip şeyler oluyor.”
Kahvede oturan bir abi

Ne denilir böyle bir söze? 
İnsan yaşamadan bir şeyi tam olarak idrak edemiyor. Ben de yaşayınca anladım. Gelip de anlatmaya karar verdim. Toplaşın ey ahali gerçekte olması zor olan ama olan bir hikayem var.

29 nisan 2017 cumartesi, harika bir hava, mükemmel bir güneş. Peki bir son sınıf öğrencisi afedersiniz tezini teslime 3 hafta kalmış bir son sınıf öğrencisi ne yapar böyle bir günde? El-cevap: Kütüphaneye doğru yola çıkar. Ben de aynen o öğrenci gibi yaptım ve Üsküdar’dan kalkıp okula, kütüphaneye geldim. Masama oturdum, bilgisayarımı açtım, henüz çalışmaya başlamıştım ki bir bey yanıma gelip ne yazdığımı sordu. 

Bugün okulumuzda ilmi bir sempozyum vardı. Oturum aralarında kütüphaneyi gezmeye gelen ziyaretçilere alışkın olduğumdan kütüphaneyi gezen 3 yabancı pek de dikkatimi çekmemişti. Ta ki onlardan biri gelerek ne yazdığımı sorana kadar. 'Bitirme tezi' cevabını verdim. Tezimin konusunu sordu, söyledim. Adımı sordu. Daha sonra bir Türk’ün asla kaçamayacağı o soru geldi: Nerelisin? Memleketimi söyleyince beyefendi şöyle bir duraksadı. Şaşırdığı her halinden belliydi. Sonra hiçbir Türk’ün kaçamayacağı ikinci soru geldi: Neresinden? Bunu da cevapladım.

Meğer Beyamca 80’li yıllarda eşi ile birlikte memleketimde öğretmenlik yapmış. Mezun olduğum liseyi sordu. "Şu hocayı tanır mısın?" dedi. "Tanıyorum, hocamdır" dedim. Onu tanıyor musun, bunu tanıyor musun derken söylediği isimlerin hepsini tanıyınca artık benim onun babamla tanıştığına da hiç şüphem kalmadı. "Ee sen bu kişilerin hepsini nasıl tanıyorsun" deyince "Onlar babamın arkadaşları" dedim. 

Şaşkın bir vaziyette bu sefer babamın kim olduğunu sordu. Söyledim. Beyamca yalnız babamla tanışmıyormuş. Çok da yakın dostmuşlar. Hatta ortaklık etmişler. Bizim eve gelirlermiş, tatilde evlerini bize emanet ederlermiş vs vs. İkimizde yaşadığımız şoka inanamadık. Beyamca kendi evladını görmüş gibi sevindiğini söyledi. Bana elini öptürdü. Yanındakilerle tanıştırdı. Bana numarasını verdi. Memleketten herkese selam söyleyip gitti. 

Bir süre şaşkınca bakakaldım arkasından.

Bir ömür kendi hayatımızda başrol oynamakla mükellefiz.. Senaryo ise bize bildirilmedi. Bazen etken bazen edilgen olarak bilmeden yaşayıp gidiyoruz. 
Bir filmde böyle bir sahne görsem yok artık der gülerim herhalde ama o olay kendi hayatımızda olunca kanalı değiştirmek mümkün değil. Yahu filmde görsem inanmam ama gerçekte daha acayip şeyler oluyor işte. 

8 Ocak 2017 Pazar

Karlı Bir Gün, Karda Bir Gün: Üsküdar


Yeni bir yıl geldi.
Sherlock geri geldi.
Final dönemi geldi. 
Vee İstanbul’a kar geldi.
Hem de hiç görmediğimiz kadar. Hafta sonu yapılacak tüm etkinlikler ve dahi sınavlar iptal oldu. İstanbullular evlerine çekilmeye karar vermişken biz 5 yıldır hiç yapmadığımız kadar çılgınca bir şey yapmaya karar vererek ellerimizde fotoğraf makinelerimiz fırtınada kendimizi Üsküdar sokaklarına attık. 


Bu dönem başladığımız fotoğraf atölyesinin bize kattıklarıyla farklı bir perspektiften daha bol insanlı, daha bol figürlü fotoğraflar çekmeye, bunun için özel vakitler ayırmaya başlamıştık. Kar yağdığında da fotoğraf makinelerimizi kapıp İstanbul’un tüm ikonik mekanlarını fotoğraflamak gibi bir hayalimiz vardı. Ancak sokağa çıktığımızda hedef küçültüp Üsküdar’ı fotoğraflamakla yetinmeye karar verdik. İyi ki de öyle yaptık.



 Efendim evvela niçin böyle günleri seviyoruz ondan bahsedelim. İstanbul’a hiçbir vakit doyum olmuyor lakin kış vakitlerini, fırtınalı, yağmurlu, karlı günleri -hele bir de tatile denk geldiyse- İstanbullular evlerinde geçirmeyi tercih ediyorlar sokaklar da bizim gibi gezginlere kalıyor haliyle.

İstanbul’u tenha sokaklarla hayal edin. Kalabalığın koşuşturmadığı sokaklar, daha az araba, sessiz ve sakin bir İstanbul. Rüya gibi değil mi? Bir de bu İstanbul’un sokaklarını beyaz düşünün, bazen hızlanan bazen aheste aheste yağan karı düşünün İstanbul sokaklarında. Evet bu rüya sahnesinin cazibesine dayanamamız beklenemezdi bizden de. 


Makinelerimizi alıp düştük yollara ilk istikamet Çengelköy. Üsküdar sahilinin bu yakasını hep çok sevmişimdir. Daha doğal, kendi kitlesine sahip bir yer, Üsküdar’a gelen herkesin Kız Kulesi’ni ziyaret etmesi gibi bir durum yok sahilin diğer yakasında. O yakanın kendine has tutkunları vardır. Kız Kulesi’ni ziyaret etmek gibi bir rutine dönüşmedi henüz Çengelköy’ü, Beylerbeyi’ni, Kuzguncuk’u ziyaret etmek çok şükür ki. 

  Çengelköy denilince akla ilk gelen mekan Çınaraltı oluyor pek tabii. Normal bir İstanbul gününde tıklım tıklım olması gereken Çınaraltı’nı tenha buluyoruz. Bizi burada korkulukların zincirlerine bir gerdanlıktaki inciler gibi dizilmiş kuşlar karşılıyor.
                                  
                               
                           


Kuşlar insanlardan korkuyorlar, onların olmadığı bugün Çınaraltı kuşlara kalmış. Ama hava çok soğuk, belli ki karınları da aç. Neyse ki insanlar onları düşünüyorlar. Biz oradayken bile kaç kez onlara ekmek bırakan oldu. Öyle güzel bir manzara ki.

Zaman kavramının kaybolduğu bir zamanda tenha bir İstanbul, beyaz örtü ile örtülü, karşı kıyının sisler içinde bazen görünüp bazen kaybolduğu bir masal alemi. Karla kaplı boş masalar, kuşlar ve biz. Kendimize engel olmamıza imkan yoktu, biz de bol bol fotoğraf çektik ve çekindik.

Çaylarımızı içip ısındıktan sonra ikinci durağımız Beylerbeyi Sarayı oldu. İlk kez bir yaz ayında gezip hayran olduğum bu zerafet timsali sarayı bir de kar altında görmek gerek. Sarayın içinde fotoğraf çekilemiyor ama herkesin bu zarif sarayı bir kez de olsa ziyaret etmesini tavsiye ederiz. Emin olun buna değecek. Ama şunu unutmayın burası yaz ayları için yapılmış, İstanbul’un en çok rüzgar alan yerlerinden biri. Yani bahçesinde geçirdiğiniz her dakika donma tehlikesi ile karşı karşıyasınız. Ancak koskoca sarayın bahçesinde sadece siz olacaksınız ve her deliliği yapabileceksiniz. Sanırım soğuktan donma riskini almaya değer:) Kartpostal gibi görüntüler de cabası.




 Pek tabii Beylerbeyi’ne gelmişken iskeleye uğramadan ayrılmak olmaz. Burası zannımca Üsküdar sahilinin en güzel kısmı. Çünkü Üsküdar’ın diğer kısımlarındaki gibi sahil yol boyunca uzanmıyor. İç kısımda kalıyor. Sahile inilen yollar bana çocukluğumdan beri düşleyip durduğum gizli ve dar yolları hatırlatıyor. Yolun sonunda da küçük ama ferah bir sahile çıkıyorsunuz. Harika da bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.




Karın insan psikolojisine iyi gelen bir özelliği kanıtlandı mı bilmiyorum. Ama karın İstanbullulara çok iyi geldiğini söyleyebilirim. Gün boyunca karşılaştığımız herkes istisnasız iyi insanlardan oluşuyordu. Herkes mutlu, yardımsever ve güleryüzlü. Bir aralık bir kamu spotunun içinde hapsolmuş olabilir miyiz diye de düşündüm ancak sanırım kar herkese iyi gelmişti. Ya da en azından bizim karşılaştığımız herkese.



Peki siz İstanbul’un kar yağdığında çağ değiştirdiğini biliyor muydunuz?


  

Soğuk en çok sokakta yaşayanları vuruyor. Gün boyu kaç kez karşımıza çıktı karların üzerine serilmiş bedenler, yorgun ve çaresiz gözler. Herbirine yardım etmek istiyor insan ama elimizden ne geliyor ki. En azından karınlarını doyurmalı, sokağa onlar için bir battaniye, bir havlu, hiç birisi olmazsa bir karton kutu bırakmalı ki sığınacak bir köşeleri olsun. Biraz sevgi ve merhamet. İstanbul halkının çoğunluğu bu konuda örnek gösterilebilecek insanlardan oluşuyor, hala, çok şükür.




 


  Beylerbeyi’nde de bir yerlerde sıcak bir şeyler içip buzlarımızı çözdükten sonra üçüncü ve son durağımıza ulaşıyoruz:Kuzguncuk. Kuzguncuk hala güzel bir boğaz köyü. Kar altında daha da güzelleşmiş, daha da albeni kazanmış. Hem sonra o da diğerleri tarafından terkedilmiş. Mahalle sakinlerine gelince onlar da arabalarını dünden beri hareket bile ettirmemişler belli ki. Kuzguncuk sessiz ve sakin. Biz de günümüzü Zahir Restorant'ta tamamlıyoruz. Kuzguncuk'tan geriye de şu kartpostal görüntüleri kalıyor bize. 

İstanbul karda çok güzel yaşayın ve yaşatın efendim.



 




Çağ değiştiriyor demiştim size değil mi?

Ps: Kırmızı şallı kız çekimleri için dostumuz Ş’ye teşekkürlerimizi borç biliriz ;)