Kuzguncuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuzguncuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2017 Pazar

Karlı Bir Gün, Karda Bir Gün: Üsküdar


Yeni bir yıl geldi.
Sherlock geri geldi.
Final dönemi geldi. 
Vee İstanbul’a kar geldi.
Hem de hiç görmediğimiz kadar. Hafta sonu yapılacak tüm etkinlikler ve dahi sınavlar iptal oldu. İstanbullular evlerine çekilmeye karar vermişken biz 5 yıldır hiç yapmadığımız kadar çılgınca bir şey yapmaya karar vererek ellerimizde fotoğraf makinelerimiz fırtınada kendimizi Üsküdar sokaklarına attık. 


Bu dönem başladığımız fotoğraf atölyesinin bize kattıklarıyla farklı bir perspektiften daha bol insanlı, daha bol figürlü fotoğraflar çekmeye, bunun için özel vakitler ayırmaya başlamıştık. Kar yağdığında da fotoğraf makinelerimizi kapıp İstanbul’un tüm ikonik mekanlarını fotoğraflamak gibi bir hayalimiz vardı. Ancak sokağa çıktığımızda hedef küçültüp Üsküdar’ı fotoğraflamakla yetinmeye karar verdik. İyi ki de öyle yaptık.



 Efendim evvela niçin böyle günleri seviyoruz ondan bahsedelim. İstanbul’a hiçbir vakit doyum olmuyor lakin kış vakitlerini, fırtınalı, yağmurlu, karlı günleri -hele bir de tatile denk geldiyse- İstanbullular evlerinde geçirmeyi tercih ediyorlar sokaklar da bizim gibi gezginlere kalıyor haliyle.

İstanbul’u tenha sokaklarla hayal edin. Kalabalığın koşuşturmadığı sokaklar, daha az araba, sessiz ve sakin bir İstanbul. Rüya gibi değil mi? Bir de bu İstanbul’un sokaklarını beyaz düşünün, bazen hızlanan bazen aheste aheste yağan karı düşünün İstanbul sokaklarında. Evet bu rüya sahnesinin cazibesine dayanamamız beklenemezdi bizden de. 


Makinelerimizi alıp düştük yollara ilk istikamet Çengelköy. Üsküdar sahilinin bu yakasını hep çok sevmişimdir. Daha doğal, kendi kitlesine sahip bir yer, Üsküdar’a gelen herkesin Kız Kulesi’ni ziyaret etmesi gibi bir durum yok sahilin diğer yakasında. O yakanın kendine has tutkunları vardır. Kız Kulesi’ni ziyaret etmek gibi bir rutine dönüşmedi henüz Çengelköy’ü, Beylerbeyi’ni, Kuzguncuk’u ziyaret etmek çok şükür ki. 

  Çengelköy denilince akla ilk gelen mekan Çınaraltı oluyor pek tabii. Normal bir İstanbul gününde tıklım tıklım olması gereken Çınaraltı’nı tenha buluyoruz. Bizi burada korkulukların zincirlerine bir gerdanlıktaki inciler gibi dizilmiş kuşlar karşılıyor.
                                  
                               
                           


Kuşlar insanlardan korkuyorlar, onların olmadığı bugün Çınaraltı kuşlara kalmış. Ama hava çok soğuk, belli ki karınları da aç. Neyse ki insanlar onları düşünüyorlar. Biz oradayken bile kaç kez onlara ekmek bırakan oldu. Öyle güzel bir manzara ki.

Zaman kavramının kaybolduğu bir zamanda tenha bir İstanbul, beyaz örtü ile örtülü, karşı kıyının sisler içinde bazen görünüp bazen kaybolduğu bir masal alemi. Karla kaplı boş masalar, kuşlar ve biz. Kendimize engel olmamıza imkan yoktu, biz de bol bol fotoğraf çektik ve çekindik.

Çaylarımızı içip ısındıktan sonra ikinci durağımız Beylerbeyi Sarayı oldu. İlk kez bir yaz ayında gezip hayran olduğum bu zerafet timsali sarayı bir de kar altında görmek gerek. Sarayın içinde fotoğraf çekilemiyor ama herkesin bu zarif sarayı bir kez de olsa ziyaret etmesini tavsiye ederiz. Emin olun buna değecek. Ama şunu unutmayın burası yaz ayları için yapılmış, İstanbul’un en çok rüzgar alan yerlerinden biri. Yani bahçesinde geçirdiğiniz her dakika donma tehlikesi ile karşı karşıyasınız. Ancak koskoca sarayın bahçesinde sadece siz olacaksınız ve her deliliği yapabileceksiniz. Sanırım soğuktan donma riskini almaya değer:) Kartpostal gibi görüntüler de cabası.




 Pek tabii Beylerbeyi’ne gelmişken iskeleye uğramadan ayrılmak olmaz. Burası zannımca Üsküdar sahilinin en güzel kısmı. Çünkü Üsküdar’ın diğer kısımlarındaki gibi sahil yol boyunca uzanmıyor. İç kısımda kalıyor. Sahile inilen yollar bana çocukluğumdan beri düşleyip durduğum gizli ve dar yolları hatırlatıyor. Yolun sonunda da küçük ama ferah bir sahile çıkıyorsunuz. Harika da bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.




Karın insan psikolojisine iyi gelen bir özelliği kanıtlandı mı bilmiyorum. Ama karın İstanbullulara çok iyi geldiğini söyleyebilirim. Gün boyunca karşılaştığımız herkes istisnasız iyi insanlardan oluşuyordu. Herkes mutlu, yardımsever ve güleryüzlü. Bir aralık bir kamu spotunun içinde hapsolmuş olabilir miyiz diye de düşündüm ancak sanırım kar herkese iyi gelmişti. Ya da en azından bizim karşılaştığımız herkese.



Peki siz İstanbul’un kar yağdığında çağ değiştirdiğini biliyor muydunuz?


  

Soğuk en çok sokakta yaşayanları vuruyor. Gün boyu kaç kez karşımıza çıktı karların üzerine serilmiş bedenler, yorgun ve çaresiz gözler. Herbirine yardım etmek istiyor insan ama elimizden ne geliyor ki. En azından karınlarını doyurmalı, sokağa onlar için bir battaniye, bir havlu, hiç birisi olmazsa bir karton kutu bırakmalı ki sığınacak bir köşeleri olsun. Biraz sevgi ve merhamet. İstanbul halkının çoğunluğu bu konuda örnek gösterilebilecek insanlardan oluşuyor, hala, çok şükür.




 


  Beylerbeyi’nde de bir yerlerde sıcak bir şeyler içip buzlarımızı çözdükten sonra üçüncü ve son durağımıza ulaşıyoruz:Kuzguncuk. Kuzguncuk hala güzel bir boğaz köyü. Kar altında daha da güzelleşmiş, daha da albeni kazanmış. Hem sonra o da diğerleri tarafından terkedilmiş. Mahalle sakinlerine gelince onlar da arabalarını dünden beri hareket bile ettirmemişler belli ki. Kuzguncuk sessiz ve sakin. Biz de günümüzü Zahir Restorant'ta tamamlıyoruz. Kuzguncuk'tan geriye de şu kartpostal görüntüleri kalıyor bize. 

İstanbul karda çok güzel yaşayın ve yaşatın efendim.



 




Çağ değiştiriyor demiştim size değil mi?

Ps: Kırmızı şallı kız çekimleri için dostumuz Ş’ye teşekkürlerimizi borç biliriz ;)

20 Ekim 2015 Salı

ÜSKÜDAR’DA YAŞAMAK vol.1 : KUZGUNCUK


Hafta sonu derslerimden azad olmak bana pek iyi gelmedi. Artık kendime vakit ayırırım derken yine günlük koşuşturmacalarımın içinde kaybolup gittim. Tam üç hafta sonumu bu şekilde heba etmişken bu hafta en sonunda yapılacaklar listemize tabi olmaya vakit bulduk.

Aklımda bir yazı dizisi var. Her hafta sonu Üsküdar’ın ayrı bir köşesini dolaşıp bir kaç güzel şey görüp biraz fotoğraf çekmeyi, yeni bir şeyler keşfetmeyi, sonra da bunları anlatmayı istiyorum. Bu hafta sonu ilk durağım Kuzguncuk’tu.  


Kuzguncuk’u, İstanbul’a geldiğim sene keşfetmiştim. Okuldan çıkmış yolları keşfetme sevdasıyla Bağlarbaşı’dan yola koyulmuştum. Küçük köylere benzeyen, müstakil evlerin olduğu mahallelerden geçtim. Boğaz’ın bu kadar yakınında olan bu mahallelere hala yeşilin hakim olduğunu görmenin şaşkınlığı sürerken belki ilk kez o zaman İstanbul’un ne çok yüzü olduğunu anladım. Bir yanda tarihi koca bir miras, bir yanda biçimsiz gökdelenler, diğer tarafta bu koca metropolün kıyıda köşede kalmış köyleri ve daha nicesi.

Daha İcadiye’ye varmadan yolların ruhu değişmişti. Eski İstanbul evlerine olan sonsuz sevgimi de hesaba katarsak Kuzguncuk’a adım attığım ilk anda bu semte vurulmuştum. Kafamdaki -daha doğrusu kalbimdeki- mükemmel yaşam alanının küçük bir prototipinin bu kadar yakınımda olup da benim onu ancak 18 yaşında keşfetmem bir geç kalınmışlık olsa da onu daha önce görseydim sanırım bu kadar etkilenmezdim.

      Kuzguncuk’u farklı kılan hiç şüphesiz tarihi dokusu. Bu küçük Boğaz semti eski İstanbul evlerinin büyük bir kısmını halen muhafaza ediyor. Evlerin büyük çoğunluğu müstakil, eski tarzda cumbalı evler ve büyük bir kısmı da restorasyon görmüş oldukça bakımlı ve güzel yapılar.

İnsan bu evlerin arasında, bahçelerinden taşan çiçeklerinin altında dar sokaklarda dolaşırken sanki zamandan kopup geçmişe yolculuk ediyor. Hep merak etmişimdir acaba özlemini duyduğum o devirlerde yaşasaydım hayat, gerçekten daha mutlu bir yer olur muydu? 

Gerçi bu sorunun cevabını Midnight in Paris filminde bulmuştum. Adam, hep geçmiş bir devrin hasretini çekiyor ve bir gün mucizevi bir şekilde o devre yolculuk yapma imkanına erişiyor ancak o devrin insanları da bir önceki dönemi hasretle anıyorlar ve sonunda adam anlıyor ki bu ulaşma imkanının olmayışından ileri gelen bir sevgi. Bir de yanılmıyorsam Im Juli’de, Juli “eskiye dair yalnızca güzel şeyleri hatırlarız bu yüzden geçmiş bize güzel gelir” der. Tabi burada kastettiği geçmiş günlük yaşamın sadece güzel yanlarını hatırlayıp sıkıcı ya da kötü yanları unutmaktır. 

Geçmiş devirler ne kadar zorlukları beraberinde de getirse yine de insan böylesi güzel bir evde yaşayıp arnavut kaldırımlı dar sokaklarda yürüyüp bahçeli evinde zarif fincanlardan çay içmeye özlem duyabilir.Kulağa fazla aristokratça gelse de böyle minik bir bahçede, ağaçların altında sevdikleriyle oturabilme ayrıcalığı sanırım herkesi mutlu edecektir.


Onca yapının içinde benim en sevdiğim evse bu konak. Onu ilk gördüğümde metruk eski bir binaydı. Yine böyle sarmaşıklarla kaplıydı. Sonra bir gün üzerindeki satılık ilanını kaldırdılar. Şimdi bu güzelim konakta Zahir Restaurant hizmet veriyor. Yemekler lezzetli, servisi de oldukça iyi. Tabi bunlar olmasa da sırf konağın içini gezmek için bile gidilmeye değer.



Kuzguncuk da Üsküdar’ın her bir köşesi gibi kedilerin istilası altında. Lakin Kuzguncuk’un kedileri diğer semtlerin kedileriden çok daha şanslı büyük büyük dedelerinin yaşadıkları sokaklarda yaşıyorlar. Dünyanın ne kadar değiştiğinin farkında bile değiller eski evlerin eteklerinde gezinip, uyukluyorlar. Fotoğrafçılara da güzel kompozisyonlar sağlıyorlar.






Fotoğraf demişken, Kuzguncuk’un yerlileri elinde fotoğraf makinası ile dolaşanlara pek hoş bakmıyor ne yazık ki. Hele ev sahipleri kapılarının önündeki çekimlerden bıkmış durumda. Onlara hak vermemek de mümkün değil. İstanbul’un tüm gelinleri Kuzguncuk evlerinin önünde fotoğraf çekinmeden yapılmış düğünü düğünden saymıyor. Çoğu evin kapısında da artık fotoğraf çekimi yapanlara karşı yasal işlem başlatacaklarını duyuran kağıtlar asılı.

Ancak insan bu masal dünyasını fotoğraflamadan da edemiyor. Yalnızca Kuzguncuk’tan bile koca bir kapılar koleksiyonu çıkarmak mümkün. Gün sonunda eve dönerken heybende kalan en değerli parçalar da bu güzelim kapı ve pencereler oluyor.

Yalnızca kapılar, pencereler, evler değil insanı deklanşöre basmaya iten her ne kadar arabesk gelse de kulağa pencerelerin kenarlarındaki saksılarından boyunlarını uzatan binbir renk ve görüntüdeki çiçekleri de boynu bükük bırakamıyor insan. 



Kuzguncuk’taki geziyi saatlerce uzatmak mümkün çünkü köşesini döndüğün her sokakta karşına ilginç bir şey çıkıyor. Mesela eski eşyalar, bir takım antikalar satan minik dükkanlar… Kuzguncuk da bunlardan da çokça var. 

1900'lerin ruhu hala yaşıyor. Neler yok ki dükkanlarda eski moda kıyafetler, şapkalar, takılar, kutular, tedavülden kalkmış paralar, ev eşyalarından, dikiz aynası, jant kapağına kadar saymakla bitirilemeyecek eski eşyalarla dolu buralar.
Bunların içinde belki birkaç hatıra bulmak belki kıymetli bir parçaya rastlamak olası ama hiçbir şey bulmasan da en azından böyle ilginç vitrinlerle karşılaşmak yeterli oluyor.

Kuzguncuk'a gelmişken bostanı gezmeden dönmek olmaz. Zaten küçük bir alan olan Kuzguncuk bostanı insanların bir şeyler ekip dikebildiği, çocukların oynayabildiği, gökyüzüne bakabildiği bir alan. 

Bostandan çıktıktan sonra ters istikamette Kuzguncuk’un içlerine tırmanıp kuşbakışı denizi izlemek de mümkün.

Tabii, denizi görmek için illa ki bu kör yokuşları tırmanıp, sayısız merdiveni çıkmaya gerek yok. Sadece cadde yürüyüşü bile denize ulaşmaya yetiyor.

Zaten denize açılmasa bu güzelim sokaklar eksik kalırdı ki gözler caddenin sonunda denize kavuşuyor. Sahildeki çınaraltı da özlemimizi gidermemize imkan tanıyor. Sanırım tek sorun güneşli günlerdeki kalabalık lakin kışın gidildiğinde bütün bir sahili yalnız başına yakalamak da olası.

Günün sonunu Kuzguncuk’un şirin mekanlarından birinde bir bardak çay ile ev yapımı kurabiye ya da çikolata ile yapmak mümkün. Ancak tavsiyem odur ki yanınızda iki kelam edebileceğiniz bir sevdiğinizi de götürün böylece kurabiye tatlanır, çay daha güzel kokar. 

Yalnız keşiflere çıkmak eğlenceli olsa da sevilen biri ile anları ve yolları paylaşmak, bir masanın iki ucunda oturup laflamak herşeye değer. Kimle gideyim de dememek lazım çünkü…
Sevdiğiniz biri mutlaka vardır…