Hafta sonu derslerimden azad olmak bana pek iyi gelmedi. Artık kendime vakit ayırırım derken yine günlük koşuşturmacalarımın içinde kaybolup gittim. Tam üç hafta sonumu bu şekilde heba etmişken bu hafta en sonunda yapılacaklar listemize tabi olmaya vakit bulduk.
Aklımda bir yazı dizisi var. Her hafta sonu Üsküdar’ın ayrı bir köşesini dolaşıp bir kaç güzel şey görüp biraz fotoğraf çekmeyi, yeni bir şeyler keşfetmeyi, sonra da bunları anlatmayı istiyorum. Bu hafta sonu ilk durağım Kuzguncuk’tu.
Kuzguncuk’u, İstanbul’a geldiğim sene keşfetmiştim. Okuldan çıkmış yolları keşfetme sevdasıyla Bağlarbaşı’dan yola koyulmuştum. Küçük köylere benzeyen, müstakil evlerin olduğu mahallelerden geçtim. Boğaz’ın bu kadar yakınında olan bu mahallelere hala yeşilin hakim olduğunu görmenin şaşkınlığı sürerken belki ilk kez o zaman İstanbul’un ne çok yüzü olduğunu anladım. Bir yanda tarihi koca bir miras, bir yanda biçimsiz gökdelenler, diğer tarafta bu koca metropolün kıyıda köşede kalmış köyleri ve daha nicesi.
Daha İcadiye’ye varmadan yolların ruhu değişmişti. Eski İstanbul evlerine olan sonsuz sevgimi de hesaba katarsak Kuzguncuk’a adım attığım ilk anda bu semte vurulmuştum. Kafamdaki -daha doğrusu kalbimdeki- mükemmel yaşam alanının küçük bir prototipinin bu kadar yakınımda olup da benim onu ancak 18 yaşında keşfetmem bir geç kalınmışlık olsa da onu daha önce görseydim sanırım bu kadar etkilenmezdim.
İnsan bu evlerin arasında, bahçelerinden taşan çiçeklerinin altında dar sokaklarda dolaşırken sanki zamandan kopup geçmişe yolculuk ediyor. Hep merak etmişimdir acaba özlemini duyduğum o devirlerde yaşasaydım hayat, gerçekten daha mutlu bir yer olur muydu?
Geçmiş devirler ne kadar zorlukları beraberinde de getirse yine de insan böylesi güzel bir evde yaşayıp arnavut kaldırımlı dar sokaklarda yürüyüp bahçeli evinde zarif fincanlardan çay içmeye özlem duyabilir.Kulağa fazla aristokratça gelse de böyle minik bir bahçede, ağaçların altında sevdikleriyle oturabilme ayrıcalığı sanırım herkesi mutlu edecektir.
Onca yapının içinde benim en sevdiğim evse bu konak. Onu ilk gördüğümde metruk eski bir binaydı. Yine böyle sarmaşıklarla kaplıydı. Sonra bir gün üzerindeki satılık ilanını kaldırdılar. Şimdi bu güzelim konakta Zahir Restaurant hizmet veriyor. Yemekler lezzetli, servisi de oldukça iyi. Tabi bunlar olmasa da sırf konağın içini gezmek için bile gidilmeye değer.
Kuzguncuk da Üsküdar’ın her bir köşesi gibi kedilerin istilası altında. Lakin Kuzguncuk’un kedileri diğer semtlerin kedileriden çok daha şanslı büyük büyük dedelerinin yaşadıkları sokaklarda yaşıyorlar. Dünyanın ne kadar değiştiğinin farkında bile değiller eski evlerin eteklerinde gezinip, uyukluyorlar. Fotoğrafçılara da güzel kompozisyonlar sağlıyorlar.
Fotoğraf demişken, Kuzguncuk’un yerlileri elinde fotoğraf makinası ile dolaşanlara pek hoş bakmıyor ne yazık ki. Hele ev sahipleri kapılarının önündeki çekimlerden bıkmış durumda. Onlara hak vermemek de mümkün değil. İstanbul’un tüm gelinleri Kuzguncuk evlerinin önünde fotoğraf çekinmeden yapılmış düğünü düğünden saymıyor. Çoğu evin kapısında da artık fotoğraf çekimi yapanlara karşı yasal işlem başlatacaklarını duyuran kağıtlar asılı.
Ancak insan bu masal dünyasını fotoğraflamadan da edemiyor. Yalnızca Kuzguncuk’tan bile koca bir kapılar koleksiyonu çıkarmak mümkün. Gün sonunda eve dönerken heybende kalan en değerli parçalar da bu güzelim kapı ve pencereler oluyor.
Yalnızca kapılar, pencereler, evler değil insanı deklanşöre basmaya iten her ne kadar arabesk gelse de kulağa pencerelerin kenarlarındaki saksılarından boyunlarını uzatan binbir renk ve görüntüdeki çiçekleri de boynu bükük bırakamıyor insan.
Kuzguncuk’taki geziyi saatlerce uzatmak mümkün çünkü köşesini döndüğün her sokakta karşına ilginç bir şey çıkıyor. Mesela eski eşyalar, bir takım antikalar satan minik dükkanlar… Kuzguncuk da bunlardan da çokça var.
1900'lerin ruhu hala yaşıyor. Neler yok ki dükkanlarda eski moda kıyafetler, şapkalar, takılar, kutular, tedavülden kalkmış paralar, ev eşyalarından, dikiz aynası, jant kapağına kadar saymakla bitirilemeyecek eski eşyalarla dolu buralar.
Bunların içinde belki birkaç hatıra bulmak belki kıymetli bir parçaya rastlamak olası ama hiçbir şey bulmasan da en azından böyle ilginç vitrinlerle karşılaşmak yeterli oluyor.
Kuzguncuk'a gelmişken bostanı gezmeden dönmek olmaz. Zaten küçük bir alan olan Kuzguncuk bostanı insanların bir şeyler ekip dikebildiği, çocukların oynayabildiği, gökyüzüne bakabildiği bir alan.
Bostandan çıktıktan sonra ters istikamette Kuzguncuk’un içlerine tırmanıp kuşbakışı denizi izlemek de mümkün.
Tabii, denizi görmek için illa ki bu kör yokuşları tırmanıp, sayısız merdiveni çıkmaya gerek yok. Sadece cadde yürüyüşü bile denize ulaşmaya yetiyor.
Zaten denize açılmasa bu güzelim sokaklar eksik kalırdı ki gözler caddenin sonunda denize kavuşuyor. Sahildeki çınaraltı da özlemimizi gidermemize imkan tanıyor. Sanırım tek sorun güneşli günlerdeki kalabalık lakin kışın gidildiğinde bütün bir sahili yalnız başına yakalamak da olası.
Günün sonunu Kuzguncuk’un şirin mekanlarından birinde bir bardak çay ile ev yapımı kurabiye ya da çikolata ile yapmak mümkün. Ancak tavsiyem odur ki yanınızda iki kelam edebileceğiniz bir sevdiğinizi de götürün böylece kurabiye tatlanır, çay daha güzel kokar.
Yalnız keşiflere çıkmak eğlenceli olsa da sevilen biri ile anları ve yolları paylaşmak, bir masanın iki ucunda oturup laflamak herşeye değer. Kimle gideyim de dememek lazım çünkü…
Sevdiğiniz biri mutlaka vardır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder