26 Ekim 2015 Pazartesi

ÜSKÜDAR’DA YAŞAMAK vol.2 : KARACAAHMET KABRİSTANI

Oldukça garip bir haftaydı. Ruh yorgunluğuna bir de beden katılınca üstüne kış gelip havalar da soğuyunca evden hiç çıkamayacağımı sanmıştım. Ancak uzun zamandır gitmeyi aklıma koyduğum bir yer vardı. Huzur vereceğine inandığım bir yer, Üstad’ın dizelerini okuduğum ilk günden bu yana hep merak ettiğim bir yer: Karacaahmet.

Dem bu demdir deyip Üsküdar’dan biniyorum otobüse ve Zeynep Kamil durağında iniyorum. Şakirin Camii’in biraz aşağısından giriyorum kabristana. Öğle vakti olduğundan Camii’nin çevresi kalabalık lakin ben ibadethaneden ziyade bir müzeye benzeyen bu Camii’ye hiç yaklaşmayıp kabristana yöneliyorum. -Pek kıymetli bir hocamızın görüşlerine olan saygımdan ve dahi kendi tarihi ve estetik kaygılarımdan olsa gerek klasik mimarimiz harici camiileri bizim hissedemiyorum-


Karacaahmet, Türkiye’nin en eski ve en büyük kabristanı. Yaklaşık 750 dönümlük bir alana yayılmış olan kabristana ilk fetih denemelerinden bu yana müslümanların ölülerini gömdükleri düşünülüyor. Adını Hacı Bektaşı Veli’nin bir müridi olan Karaca Ahmet Sultan’dan alan kabristan geçmişte şehir dışındayken bugün nüfus artışı ile artık şehrin yollarının kalbinden geçtiği bir konumda bulunuyor.

Daha kabristana girmeden ilk gördüğüm bu eski kabir taşları oluyor, yanıbaşlarında açmış sarı çiçekleri ile Yunus Emre’yi getiriyorlar hemen akla. Kim bilir Yunus da belki böyle bir hece taşının başında görüp konuşmuştur sarı çiçekle.

Karacaahmet’i görmeden önce metruk ve hatta güvensiz bir yer ile karşılaşmaktan korkuyordum lakin şükür ki korkularım boşa çıktı. Kabristan genel görüntüsü itibari oldukça bakımlı ve temiz. Karacaahmet Şehitlik Camii’nin karşısında park gibi düzenlenmiş bir bölüm bile var. Bir de camiinin sağ yanında güzel bir çeşme.

Zannettiğim gibi terkedilmiş de değil üstelik. Ziyaretçileri var kabirlerin, başlarında dua okuyanlar, sonra yeni getirilenler ve cenazeler. Kısa bir ziyaret sırasında bile üç cenazeye rastlamak mümkün lakin hayat o kadar ilginç ki hemen cenazenin yanından bir düğün arabası geçip gidiverebiliyor kabristanın içinde. 

Düğün ve cenaze yan yana. Tıpkı ölüm ve yaşamın yan yana oluşu gibi Karacaahmet’te. Burası İstanbul’un belki de en çok ölümü hatırlatan yeri iken bir yandan da yaşamı en iyi anlatan yer. İnsanların betonarme dünyasında aslında ne kadar az yaşam var. Burada; nefes alan ağaçları, rengarenk açan çiçekleri görünce anlıyor insan.



Karacaahmet’e huzur bulmaya gitmiştim, aradığımdan da fazlasını buluyorum burada: Sessizliği ve yalnızlığı. Ebedi olana en yakın olunan yeri keşfetmiş oluyorum bu şehirde. 
Burada her kabrin başında selviler var, Karacaahmet’te ağacın her nev’i, yeşilin her tonu mevcut. 
Dünkü yağmurlu ve sisli havayı beklerken kabristanda, birden güneş yüzünü gösteriyor. Bir ilkbahar günü gibi gülümsüyor yeşiller. Yeşile de güneş öyle yakışıyor ki hiç şikayetçi olamıyor insan bu durumdan. Ruhunun kasvetinin dış dünyadaki yansımasını bulmaya gidiyorum zanneden bir faninin küçük şaşkınlığı kalıyor geriye.

İstanbul’un her köşesinde yeni ve eski iç içe olur da İstanbul’un bu en eski durağında ayrılır mı yeni ve eski. Burada eski hece taşları ile yenileri birbirine karışmış durumda. Eskiler yorgun, yeniler  temelsiz yan yana bekliyorlar kabirleri.
Lakin yenilerin acemi duruşları yanında eskiler bir sanat eseri kalıyor tabii. Ulu bir medeniyetin estetik çizgisini, güzellik algısını görmek mümkün hece taşlarında. Öyle acı ki mezar taşlarına dahi yabancı olmak kendi kültürünün. Geleneklerimizi süremiyor olmamıza ne kadar hayıflansak az geliyor.

Aslında ne çok bizi yansıtıyor kabristanlarımız. Mezar taşlarımız üzerindeki hattımız, tezyinimiz. Hadi bunların hepsini götürdük diyelim bir başka coğrafyaya. Ya yeşilliği kabristanlarımızın. Mümkün müdür bu selvilerin uzanması göklere buradaki gibi? Kimden dinlemiştim hatırlayamıyorum lakin müslümanların başucundaki selvileri uluhiyetin bir simgesidir diyordu anlatan kişi.

Karacaahmet öyle büyük ki, adalara, sokaklara ayrılmış   belediye tarafından. Daha çok yaşlı insanları görmek mümkün kabristanda. İnsan, yaşı ilerledikçe ölümü daha çok anıyor sanki. Oysa 3 yaşında bebeklerin de kabri var Karacaahmet’te.

Kabristanda hiç kedi görmedim, burası gerçekten Üsküdar mı diyordum ki bu güzel gözlerin sahibi çıkıyor karşıma.


Okay Tiryakioğlu’nun Yıldırım Bayezid kitabından aklımda kalan bir ayrıntı var. Şeyh Hamidullah, Şehzade Bayezid’e hat dersi vermeye başlamadan önce onu alıp kabristana getirir ona kırk gün boyunca her sabah kabristana gelmesini ve her gün kırk farklı mezar taşını ezberlemesini ister. Gerçek midir menkıbe midir bilinmez lakin kırk gün boyunca ölümle bu denli içli dışlı olacak bir insan doğal olarak dünya hırslarından arî kalacaktır.

Bu menkıbenin de hatırası ile ne zaman bir kabristana gitsem mezar taşlarına dikkat kesilirim. Ölenlerin adlarını, yaşlarını aklımda tutmaya çalışırım. -Bir de kendi adımı bulmaya çalışırım lakin henüz rastlayamadım.- Karacaahmet’te mezar taşlarında okunacak pek çok şey var. Şiirler, özlemler, geride kalanlara seslenişler ve daha nicesi.Geride kalanların, sevdiklerinin acısı ile onlara seslenişleri ve özlemlerini ifade edişleri de görülmeye değer. 

Kabristanda kaybolmamak elde değil. Bilmeden, kontrol etmeden yürümek en iyisi o yüzden, nasibine ne çıkarsa ona razı olmak gerekiyor bu yürüyüşte. Böyle bilmeden yürürken karşına Peygamber sevdalısı şair Nabi’nin kabrinin çıkması ise güzel bir tevafuk tabii. 

Yüzyıllar geçmiş vefatının üzerinden, niceleri geçip gitmiş dünyadan, mezarları unutulmuş, adları bile kalmamış lakin Allah’ın sevdiklerini unutturmuyor demek ki. Bir de ibret olsun diye unutturmadıkları var ki şerlerinden yine O’na sığınırız.


Burada yürünen tüm yollar O’na çıkıyor. Yollar da menzil kadar olmasa da güzellikleri ile mest ediyor Karacaahmet’te. İnsan da yalnızca ebedi olanı düşünebiliyor böyle mekanlarda.

Ziyaret boyunca kulaklarımda hep Bab’aziz’deki zikir. Bab’aziz’deki gibi şimdi burada yatan dervişler kabirlerinden kalksalar; kefenleri, sarıkları ile uyansalar aklı başında kaç insan kalabilirdi acaba İstanbul’da ya da ondan önce şunu sormak gerekir belki, kaç insan var zaten aklı başınd a olan İstanbul’da?

İşte böyle, yorgun düşene kadar yürümek mümkün ya da belki kırk mezar taşını ezberleyene kadar kalmak kabristanda. Sonra yakınlarındaysanız Valide Atik’i ziyaret edip bu sakin camiiden insanların dünyasına dönmek daha az hasarlı olacaktır onların dünyasından kopanlar için. Ama siz siz olun daha kabristandan çıkar çıkmaz gördüğünüz ilk pazarın büyüsüne kapılarak yolunuzu şaşırıp Koşuyolu’na çıkmayın. Sonra akılsız başınızın cezasını ayaklarınız çeker de gerisin geriye dönersiniz. İnsanın da nisyandan geldiğini böylece kanıtlamış olursunuz.

…Velhasıl Hüve’l-Baki…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder