6 Kasım 2015 Cuma

Kısa Bir Tatilin Kârı: Şanzelize Düğün Salonu, Mücella ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Efendim 29 ekim ve seçimler bir araya gelip tüm derslerim iptal olunca aklımda eve gitmeye dair hiçbir düşünce yokken bir sabah uyandım ve o sabah aklımdaki tek sorunun “beni burda tutan nedir?” olduğunu fark ettim ve o yarım saat içinde gidip bilet aldım. Fazla düşünmeden hareket etme gibi bir özellik var ki düşman başına.

Tabii insan bu özelliğe sahip olunca ne yaptığının sonradan farkına varıyor. Bu, benim 4 yılda 3. otobüs yolculuğum olacaktı ve hala ilk gün ki kadar otobüs yolculuklarından nefret ediyordum. Bir de bunun üstüne abim arayıp “sana bilet alalım” deyince bir kez daha sınandım. “Yok Abi, ben İstanbul’da kalacağım dedim” içim yana yana. 

Sonra 2 hafta sürecek bir kovalamaca başladı. Evdekiler bana gel diye ısrar ettikçe ben yalan söylememek için kıvrana kıvrana sürpriz yapma planıma sadık kalmaya çalışıyordum ve bir yandan da abimin uçak bileti teklifini kaçırmış olmanın derin acısı…

Olan oldu madem o halde bu yolculuğu çekilebilir hale getirecek bir şey düşünmek lazım. Yanıma daha önceki tecrübelerime dayanarak lazım olacak her şeyi aldım ve yolda yemek için bol bol meyve depoladım. Bu kez 2+1 bir otobüsten bilet almıştım ve tek oturacak olmak içimi biraz rahatlatsa da süre hala çok uzundu: 12 saat !

Son zamanlarda çıkmış ve çokça da merak ettiğim kitaplar geldi o zaman aklıma: Tarık Tufan’ın ilk romanı Şanzelize Düğün Salonu ve Nazan Bekiroğlu’nun çıktığından oldukça geç haberdar olduğum romanı Mücella. Biri gidiş yolu içindi diğeri dönüş. Bir de evde okumaya bir şey alayım derken okumakta geç kaldığım yazarlardan biri aklıma geldi: Barış Bıçakçı. Zaten oldum olası bir yazarı ilk kez okuma fikrine bayılmışımdır. İki tanıdık ismin yanına bir de yabancı olduğumuz bir yazar ekleyince liste tamamlandı.


Yolculuk sabahı daha Kızkulesi Kitapevi’nin kepenkleri henüz açılmamışken kendimi açık kapıdan içeri attım. Görevli bu erken gelen misafirden hoşlanmamıştı ama yapacak bir şey yok, yola çıkacaktım ve bu acil bir işti. -Ne kadar ilginç değil mi? İnsanlar öğlene doğru kitapçılara gitmeye başlarlar sonra çoğu kitapçı akşam erken saatlerde kapatır ama ya acil durumlar? Bence bunun için de nöbetçi eczane gibi nöbetçi kitapçılar olmalı. Belki de vardır da haberimiz yoktur.-

İşte böylece yolculuğumuz güneşli bir İstanbul sabahında Üsküdar’dan Şanzelize Düğün Salonu ile başladı.

Şanzelize Düğün Salonu - Tarık Tufan

Kitaba olayların orta yerinden giriş yapıyoruz. Bir sabah kahramanımızın kapısı çalınıyor ve roman böyle başlıyor. Olay bu noktadan ilerlerken flashbacklerle geçmişe gidip bu noktaya gelinene kadar olanları öğreniyoruz.

Annesinin ölümü, aşık oluşu ve üniversiteye başlayışı gibi üçü ayrı ayrı bir insanın hayatını değiştirebilecek güçteki olayları çok kısa süre içerisinde art arda -belki de birlikte demeliyiz- yaşayan kahramanımızın hayatı tam aksi istikamette yol almaya başlar. Bu olaylar öncesi şeyh olan babasının dergahında bir derviş olan kahramanımız bu hayatı terk eder, alkol kullanmaya başlar, evden yarılır. Bunlar yetmez bir de yıllarca sahip olduğu tüm benliğini öldürür, içinden kazıyıp atar. Ancak tabii burası olayların son bulduğu nokta değildir, asıl romanın başladığı nokta budur. Tam da burada kahramanımızın kapısı çalınır ve olaylar gelişir.

Romana başlarken ne beklemem gerektiğini bilmiyordum ve bu da çok işime yaradı. Öncelikle bu romanı bir yolculuk için seçmek, bilmeden de yapılmış olsa, çok iyi bir karardı. Sayfalar yolla beraber su gibi akıp geçti. Kitap bir yol hikayesi olmasa da ben de çok sevdiğim yol hikayelerinin tadını bıraktı.

Romanın insanı yormayan, hafif mizah karıştırılmış bir dili var. Yer yer Murat Menteş romanlarının tadını almak mümkün. Tıpkı onun romanlarındaki gibi macera kahramanın elinde olmadan beklenmedik -belki biraz absürd- bir şekilde gelişiyor ve yine onun yaptığı gibi olaylara kahramanımızın gözünden bakıyoruz. Murat Menteş severler bu kitabı da oldukça seveceklerdir eminim.

Ancak kitapta Tarık Tufan’ın acıya bakan anlatımını ayan beyan olarak görüyoruz. Anlatımla bu duygu biraz bastırılmış olsa da  aslında kitaba hep karakterin yarım kalmışlıkları hakim. Umutsuz, artık hayata karşı hissizleşmiş bir kahraman var başrolde. Acı hikayeler var, yazık olmuş diyorsunuz ama bazı şeyler yaşanacaktır ve yaşanır. Sonunu bilsen de olacakları bile bile yaşamayı seçersin. İşte bu hikaye biraz da öyle.

Kitabı okuyacaklar için çok fazla şeyi açık etmekten kaçınmaya çalışıyorum ancak benim en çok ilgimi çeken sanırım şu oldu: 

—spoiler—

Kahramanımız genellikle insanları hayvan başlı olarak görüyor. Durakta bekleyen yılan başlı bir kadın, restaurantta yemek yiyen köpek başlı bir adam gibi tasvirlere sık sık rastlıyoruz. O, bu gördüklerini kullandığı ilaçların vücuduna yaptığı etkiye yoruyor. Ama aslında bu romanın bir de tasavvufi boyutu var. Onun bir şeyhin oğlu olması, eski bir derviş oluşu, ihvanların rüyaları vs. bana kahramanımızın bu gördüklerinin aslında onun kalbinin görüşü olduğunu, O’nun tasavvufi mertebesinden kaynaklandığını ancak onun bunun farkında olmadığını düşündürdü. Buna oldukça inandım. Herşeyin bu kadar karmaşık görünürken bu kadar basit oluşu ve çok üst düzey sandığımız şeylerin böyle kolayca gerçekleşebilmesi romanın en sevdiğim yönleri oldu.
Ve tabi başlıbaşına bir karakter olarak Baki Semih…

—spoiler—

Kitap pek çok yönden ben de güzel bir hatıra bıraktı. İçindeki tasavvufi ögeler, klişe olmayan bir hikaye ve sonu çabucak gelen bir yol ve üç tatil kitabının arasında en çok alıntılanan olma özelliğine sahip olma…

“Hikayeyi baştan anlatmak lazım. Gerçi bir hikayenin başı olmaz. Herşey iç içe geçerken, zaman içinde hayat düz bir çizgiye dönüşmüşken, bizim olayları kavramaya başladığımız bir an vardır. Fakat gerçekte o an hikayenin başı değildir. İnsanın hayat düzenini altüst eden hikayelere bir başlangıç anı belirlemek gibi nafile bir çabası vardır. Bu da bir çeşit güvenlik arayışı aslında. Böylece hangi başlangıç anları, nasıl sonuçlara yol açıyor diye hesap edebilir insan. Kendince notlar alır günlüğüne. Arkadaşlarına hararetle, arada bir duraklayıp nefes alarak böylece duygusal şiddetini arttırarak anlatır olayların başladığı o eşsiz, biricik anı.”

“Büyük hikayeler bir tereddüt anı ile başlar. Tereddüt etmeye neden olan şeyler insanın zihninden hızlıca geçer ve bunların arasından gerçekleşme ihtimali yüksek olanlar belirlenir. Sonra bir tercih yapılır. Ama hikaye en düşük ihtimalli hatta imkansıza yakın olan durumun gerçekleşmesi ile başlar.”

“İnsan kendi yerine yaşar, kendi yerine ölür oğlum. Yüzünü kalbine dön. Yalancı bir peygambere inanamaktan daha kötüsü, bir peygambere yalandan inanmaktır.”

“Annenin ölümünün dil bilgisi, grameri olmuyor ki Eda. İnsanın annesinin ölümü zaten hayatın anlatım bozukluğu.”

“Tam yedi gün uzunluğundaki bir geceden sonra, güneşsiz, yarım yamalak, üstünkörü bir sabah oldu. Bazı sabahlar aslında sabah olmuyor. Biz sadece saatlere bakarak o vakte sabah diyoruz ama gerçekte sabah değil. Sabah demek içinde hiç olmazsa küçücük bir umut barındıran zaman demektir. Umut yoksa da heves vardır. İkisi de yoksa o vaktin adına neden sabah diyelim, gecenin devamı deyip geçeriz.
O sabah da sabah olmadı.”

“Genç bir adam öldü ve bir gencin ölümünde ikinci bir suçlu her zaman vardır; bir yerlerde kendi başına ölmüş olsa bile.”

“İnsanın bir şeye bağlanması çok kolay değil. Bağlandığın andan itibaren nereye gideceğini sen değil, bağlılıkların belirliyor. Kendini zincirleyip sonra da anahtarını yutmak gibi bir şey.”

“Orada ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. Bir süre sonra babam geldi. İlk andaki şaşkınlığımı atıp, saygıyla ayağa kalktım. Az önce oturduğum koltuğa babam oturdu. Ben de hemen önüne, dizlerimin üzerine çöktüm.
-Sizin öldüğünüzü sanıyordum.
-Ölüm buna mani midir?
Ölümün neye mani olup olmadığını bilmiyorum. Bunu ancak ölenler ve ölmeden önce ölmeyi becerenler bilebilir. Ölmüş bir insan neler yapabilir? Her ölenin aynı şeyleri yapabilmeye kudreti var mıdır? Yoktur muhtemelen.
-Hoşgeldin evladım.
-Hoşbulduk. Ama ben çok kalmayacağım burada.
-Biliyorum.
-Nereden biliyorsunuz?
-İnsan ölünce bilmeye başlıyor.”

“Mesele kadın olunca, emrinizde koca ordu olsa kalbini zerre miktarda döndüremezsiniz. Bunda da bir hayır vardır.”

Ve daha nicesi.


Devam edecek…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder