17 Mayıs 2016 Salı

Bana Mutluluğun Filmini Çekebilir Misin, Abidin?

Bir şeyleri kategorize etmek insan hastalığı. Beynimiz bu şekile çalışıyor o nedenle “beni kategorize etme” marjinalliğine bir son vermemiz gerek. Kategorize etmek ya da kategorize olmak doğru ayrımlar yapıldığında pek de kötü bir şey değil, hayatı yaşanılır ve insanları anlaşılır kılıyor. 

İnsanları kategorize etmenin pek çok yolu var. Benim en sevdiğim ayrım ise Realistler-Romantikler versusu. Sen bu kategorilerin neresindesin diye sorarsanız pek tabi “İflah Olmaz Romantikler” bölümünde. Bu kategorideki insanların mutsuz sonlara kalbi dayanmaz.  Eğer bir yazar olsaydım sadece mutlu sonla biten hikayeler yazardım -sanırım bu nedenle Jane Austen- ve bir gün bir film çekecek olsaydım mutluluğun filmini çekerdim.

Peki mutluluğun filmi nasıl çekilir?

Şüphesiz ki bir filmin en önemli sahnesi açılış sahnesidir. İzleyiciyi filme bağlayacak olan sahne tam olarak budur. Film kimi zaman olayların düğümlendiği andan başlar daha sonra en başa dönülür - ki bence en eğlenceli olan budur-, kimi zaman son sahne ile açılış yapılır, kimi zamansa kronoloji olduğu gibi takip edilir. Açılış sahneleri başlıbaşına bir tez konusu olsa benim gibi hikayeleri en başından anlatmayı seven biri tahmin edersiniz ki kronolojik sıralama ile olayları anlatmayı tercih edecektir.

Ancak, kronolojik akışa karar versek bile bunu hayata geçirmenin pek çok yolu var. Misal; “Herşey güneşli bir bahar gününde başladı” diyebilir kahramanımız -evet çok klişe-, ya da kahramanımızın absürd mizah anlayışı ile süslenmiş monoloğu ile açılabilir film -ki sanırım bu kulağa daha Menteşvari geliyor.-

Fakat benim tercihim kahramanın günlük rutinini anlatan açılış sahneleri. Bunlardan birini muhakkak izlemişsinizdir. Genellikle kahramanın yüzü görünmez, yönetmen onun rutinini ayrıntılara odaklanarak perdeye taşır. Arka planda filmin tarzına uygun bir müzik çalar, bu açılış sahnesi kahraman hakkında film boyunca en çok bilgi edinebileceğiniz sahnedir.

Bu tarz açılış sahnelerinin en güzel örneklerinden birini Dexter’ın jeneriğinde görmemiz mümkün. Dexter; ruhu hasta bir adam, bir seri katil ancak dışardan bakanlarca zararsız, kendi halinde biri, bir baba.  Dizinin jeneriğin Dexter’ın her gün evden çıkmadanki rutinini izleriz. En sıradan, zararsız günlük işlerin aslında ne kadar vahşi ve kanlı(!) olduklarına tanık oluruz. Arkada çalan hafif sarkastik fon müziği de dizinin ironik yönünü ortaya koyar.


Ancak unutmayalım ki biz mutluluğun filmi çekiyoruz. Kahramanımız, bahar güneşinin ilk ışıkları ile gözlerini açar, açık pencereden yeni uyanan şehrin sesleri gelmektedir. Yeni güne hazır bir halde yatağından kalkar ve radyonun düğmesine dokunur. Çalan şarkı eşliğinde hazırlanır; güzel, tarih ve deniz kokan şehrine adımını atar ve olaylar gelişir. -Evet bu da oldukça klişe ama klişeler içerisinde mutlulukla alakalı bir şeyler var bence.-

Kafamda mutluluğun filminin bu sahne ile başladığına dair fikir ilk ne zaman oluştu hatırlamıyorum ancak insan iyi uyuyup, erken uyanınca, gözünü açtığı gün güneşli bir bahar günü olunca bir de denizi ve tarihi olan harika bir şehirde yaşıyorsa bundan daha güzel bir mutluluk tasviri aklıma gelmiyor açıkçası.

Buraya kadar herşey güzel, peki ya müzik? 

Genelde konu bir şekilde müziğe geldiğinde insanlar birbirlerine sorarlar: Hangi tarz müzikten hoşlanırsın? Bu benim için oldukça zor bir soruydu. Çünkü bu “şu tarz dinlerim” deyip cevaplayabileceğim bir soru değil. Bu soru karşısında uzun uzun cümleler kurmak ve sonunda yine hiçbir şey anlatamamış olmak durumunda kalırdım. Ta ki “Im Juli” yi izleyinceye dek. Orada esas oğlan, esas kıza bu soruyu sorar, Juli de cevap verir: “Eski ve güzel şarkıları severim.” İşte ben  tam o sahnede yıllardır aradığım cevabı buldum. “Eski ve güzel şarkılar” blogumuzun adı da işte buradan geliyor.

Bazı şarkıların dinlendiğinde günün kötü geçme ihtimalini azalttığına inanıyorum. Telefonumda sırf bu amaçla hazırlanmış “Güne güzel başlayalım :)” adında bir liste var. - Evet en başında bir romantik olduğumu söylemiştim.- İşte açılış sahnemize de bu müziklerden birini filmin hikayesine/tarzına uygun olacak şekilde yerleştirmeyi düşünüyorum. Filmimizin konseptine de uygun olarak yalnızca eski, güzel ve mutlu şarkılar… Sizi bu taraftan alalım efendim:

5- Wonderful Life - 1987


4-La İsla Bonita - 1986


3-English Man in New York - 1972


2-I Wanna Hold Your Hand - 1964


1-Forever Young - 1984


(Bu liste neden ingilizce şarkılardan oluşuyor derseniz. Sanırım, batılı zevkler edinmenin ve  bu film düşüncesinin seküler oluşundan kaynaklanıyor, fonda direkt olarak bu şarkılar çalmaya başlıyor.)

7 Mart 2016 Pazartesi

Kayıp İstanbul'un İzinde Bir Başka Kıyı: Balat

Dünya üzerindeki en güzel şehir İstanbul ve en güzel devir 16-18. yüzyıl ise ve biz İstanbul’da yaşıyorsak ancak hala zaman makinesini icat edememişsek o halde elden o zamanın izleri peşinden koşmaktan daha fazlası gelmez. İşte Kuzguncuk aşkı da bu anlayışın ürünüdür. Ancak eski İstanbul pek tabii Kuzguncuktan ibaret değildir. Evet efendim bu uğurda yollara düşen muhabiriniz Balat’tan bildiriyor. 

Balat, Osmanlı zamanında gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölge. Burada pek çok tarihi kilise ile karşılaşmanız mümkün aynı zamanda 15. yy’da İspanya’dan kaçan Seferad Yahudilerinin de yoğun olarak buraya yerleştiği söyleniyor. Bugünse hala ayakta olan tarihi evleri ile ziyaretçilerini ağırlıyor. 


Ancak Balat’a misafir olacaklara ilk tavsiyemiz odur ki karşılarında Kuzguncuk gibi bir mahalle çıkmasını beklemesinler. Balat ve Kuzguncuk iki ayrı yakanın iki ayrı köşesi. Evet ikisi de eski İstanbul’da birer sahil mahallesi, her ikisi de zamanında gayrimüslimlerin yaşadığı birer köşe. Lakin Balat eskide olsa betondan evlere mekan olurken, Kuzguncuk’ta ahşap cumbalar nefes alır. Kuzguncuk hali hazırda zengin bir mahalle iken Balat maalesef ki fakir ve bakımsızdır. Bu haliyle İstanbul’un gülümsemeyen yüzüdür ne yazık ki. Kuşkusuz Kuzguncuk’ta da harabelere rastlamak mümkün ancak orada insanların yaşadıkları evler bakımlı ve restore edilmiştir oysa insanlar Balat’ta harabe denilebilecek evlerde yaşar.



Lakin tüm bunlar yine de Balat’ta dolaşırken karşılaşacağınız güzellikleri örtemez. Evvela burası eski evlerin olduğu bir mahalle bu demektir ki Balat’ta görülecek onlarca güzel kapı ve pencere var. Burada dolaşıp yalnızca renkli kapılarını ve pencerelerini dahi fotoğraflayabilirsiniz.


Bu pencereler size kimi zaman beklenmedik güzellikler verebilir. Bu küçük beyefendi gibi. Kendisinin oraya neden konduğunu anlayamasak da…



Balat’a girdiğinizde sokakların arasında kaybolmanız işten değil ancak muhakkak görmeniz gereken nokta Merdivenli Yokuş. Bu noktada metrekareye düşen fotoğraf makinesi sayısı insan sayısından oldukça fazla. Yine de insan doğallığın peşinde koşan yapaylığın içinde bile hayal kurabiliyor. Düşünün bir baba beş oğlu için de birer ev yaptırıyor. Yokuş boyunca uzanan bu evlerde yaşayan 5 kardeş. 5 evde 5 farklı aile. Onların hayatları, ilişkileri, mutlulukları, kederleri, sevdaları, kıskançlıkları, öfkeleri ve arka planda koca bir İstanbul. Belki bir gün…

Bir diğer görülesi nokta ise Kırmızı Mektep yani Fener Rum Lisesi. Okulun kuruluşu İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in 1454‘te Ortadoksların kendi dillerinde eğitim görebileceklerini bildiren fermanı yayımlamasına dayanıyor. Tarih boyunca önemli isimler yetiştirmiş bu okulun bugünki binasının bulunduğu arsa okulun mezunlarından Prens Dimitri Kantemir tarafından bağışlanmış, mimarı ise yine okulun mezunlarından Mimar Dimadis. Bina Fransa’dan getirilen kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş ve 1881’de tamamlanmış.

 Balat’ta dar sokaklar arasında dolaşırken Sancaklar Yokuşu’nda görkemli yapısıyla karşınıza işte  bu güzelim yapı çıkıyor. Yakınındayken bütününü görmek mümkün değil ancak Haliç’ten baktığınızda okulun büyüklüğünü ve görkemini oldukça net görebiliyorsunuz. Bir kere kırmızı, daha ne olsun.

   Gezmekten yorulduğunuzda butik kafeler size soluklanma imkanı tanıyor. Bunlar içerisinde ilgimizi çeken sarı çerçeveleri ile bu küçük hobbit evi oldu. Her köşesi ilginç ve eski şeylerle donatılmış iki katlı bu evde oldukça hoş lezzetler tadabilir, güler yüzlü insanlarla tanışabilirsiniz.


 Aynı zamanda evin mükemmel ışık alan bir noktada olduğunu ve şahane fotoğraflara kaynak olduğunu da belirtmeden geçmek olmaz. Muhakkak görün derim.

 Lakin tüm bu güzellikler yine de gidip ahşap ve bahçeli bir eve hayran olmamızı engellemiyor. Sadece bir resim olsa bile…
  
İnsan böyle bir varlık sanırım. Önüne dünyaları da serseniz gönlünde ne varsa gözü bir tek onu görür. Balat’ta da gider Kuzguncuk’u arar. Kuzguncuk’ta evinde hisseder de Balat’ta gurbettedir. Peki hiç mi bir mekan yok kendine ait hissettiren. Var. Bir yer var ki evin huzurunu veriyor insana: Derviş Baba Kahvehanesi.
Sakin ve loş bir köşede bir bardak çay ve biraz müzik huzur için yeterlidir. İşte Derviş Baba bunun kanıtı. İnsanlarını ve kendine has o havasını sevmemek mümkün değil. Tekrar Balat’a gitme isteği veren, mübtelası olunası tek mekan. Modern zamanların meczuplarının uğraması salık verilir. 






 Tüm bunların haricinde güzel gözler, güzel sözler, eskiliğe direnen yeşiller için gidip görmeye değer efendim. Yaşamaya çalışırken ölenlerin dünyasından bolca selam...



.

19 Şubat 2016 Cuma

Gerçek Dünyadan Uzaklarda İran Sinemasına Bir Bakış: Baran ve Allah Yakındır

Gerçek dünya diye bir yer yok. Yaşadığımız yer baştan aşağı kurgulanmış. Elimize verilmiş bir senaryoyu oynayan aktörler/aktrisler gibiyiz. Geçtiğimiz yüzyılın başında belki de elimizde kalan son özgün karakterleri de kaybettik. Maalesef artık hepimiz birer “tip”iz, birer “karakter” olamıyoruz.

Doğu ne zaman ki Batı karşısında mecalsiz kaldı; kültürünü, Batı kültürüne kurban etti. Onlar gibi giyindi, onlar gibi konuştu, onlar gibi olmak istedi. Oysa Batı maddeyken Doğu ruhtu, Batı fizikken Doğu metafizikti. Şimdi ise Cündioğlu’nun dediği gibi "Metafiziğini yitirmiş bir dünyanın çocukları çaresiz."

Artık dünya küçük bir kasaba. Bu kasabanın tek bir modası var, tek bir dili, bir tek düşünüş şekli var. Akıllar artık yönetmiyor, yönlendiriliyor. Hem de seve seve, güle oynaya teslim oluyor kendi katiline. Filmlere, reklamlara, markalara kendi rızası ile teslim oluyor insan. Ne biliyorsak onlardan öğrendik. İdeal hayat nasıl olmalı, ne yenmeli, ne içilmeli, nasıl konuşulmalı, ne almalı, ne tüketmeli? Ama illa ki tüketmeli…

Maddemiz konusunda modaya tabî oluşumuz yetmezmiş gibi maneviyatımıza da el koydular. İnsan nasıl sever, nasıl aşık olur, sevince ne yapar, ne yapmaz bunlara da onlar karar verir oldu. Daha doğrusu karar veren insandı ama karar mercini çoktan kendine dayatılanlara terk etmiş olan insan, artık öğretildiği gibi bir iç dünya kuruyordu kendisine.

Daha önce biraz da olsa “öğrenilmiş romantizm”den bahsetmiştik. O da bu öğrenilmişlik zincirinin bir parçası. Peki nedir bu öğrenilmiş romantizm? Efendim şöyle anlatmaya çalışalım; öğrenilmiş romantizm; tüm dünyaya pazarlanan ‘özel günler(!)’dir, kırmızı güller, mumlar, balonlardır, tüm dünyaya duyurarak yapılan evlilik teklifleridir, aşk nedir sorusuna midende kelebeklerin uçmasıdır gibi cevaplar vermektir… Yani genelin romantiklik olarak algıladığı bu ve benzeri faaliyetlerdir. Eğer genel onun arkasından gidiyor ve onu arzuluyorsa, o şey bu öğrenilmiş kültürün bir parçasıdır.

Peki, nasıl öğrenildi tüm bunlar? Cevap oldukça tahmin edilir: Hollywood sayesinde. Pek tabii başka etkenler de var ancak en etkili sebep Hollywood. Tüm filmlerde söz birliği etmişcesine birörnek romantizm anlayışı sunulur izleyiciye, dizilerle reklamlarla desteklenir; bir kültür böylece beyinlere kazınır, toplum bu kültürle şekillenir, sosyal medyada insanlar öğrenilmiş yaşamlarının her anını afişe ederler… Buyrun nurtopu gibi bir algınız var artık, kendini popüler kültüre teslim etmiş bir algı. Sonuç:Tek tipleşme.

Peki bu işin bir alternatifi yok mu? Biz bu tek tip hayata mahkum muyuz? 

Öncelikle kurgulanmış bir dünyada yaşadığını fark etmen gerek. Sanırım bu ilk ve en önemli adım. Ancak beraberinde sancılı bir süreci getirecektir. Öyle ki artık içinde yaşanılan kurgu ağır gelmeye başlar. Sanırım burada en şanslı olanlar, tüm bu kurgulanmışlığın farkında olan insanlardan oluşan bir yakın çevreye sahip olanlardır.

Diğer yandan hiç şüphesiz ki alternatifler var. Filmler bazında düşünürsek; “bağımsız sinema” gerçeğini göz ardı edemeyiz. Hollywood’la kıyaslandığında yerel sinemalar çok daha ‘gerçek’tir. Tabi 'kimin gerçeği' sorusunu sormak gerek. Avrupa sinemasından sevdiğin bir filmi izlerken ekrana gülümseyerek bakarsın ama orası uzak bir diyardır, başka insanların başka hisleri. Doğu’nun hislerini yansıtmaz. Çünkü Doğu ile Batı aşkı aynı anlamaz, aynı yaşamaz. 

İşte, tam bu noktada karşımıza bir başka gerçek çıkıyor: İran Sineması. 

Evvela genellemelerden kaçınalım. Bir kümenin tüm elemanları birbirinin aynı olmaz. Bu her alanda böyledir. İran’dan şahane filmler çıktığı gibi, vasat ve belki kalitesiz filmler de çıkabilir. Ancak İran’ın son dönem yükselen bir sinema olduğu ve çok kaliteli işlere imza atıldığı ortadadır. 

İran fimlerinde, insan ve kültür olduğu gibi ve başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarılır. Gerçek duygular vardır filmlerde; gerçek çaresizlik, gerçek sevgi, gerçek sadakat… Ve Doğu'nun anladığı manada çaresizlik, sevgi, sadakat... vardır bu filmlerde. İran Sinemasının bu başarısı aynı zamanda “Kaliteli sanat baskı altında ortaya çıkar.” savını da destekler niteliktedir. Tabii tüm bunların altını dolduran gelenek ise en önemli unsurdur. 

Örnek olarak İran Sinemasından pek çok film zikredebiliriz ancak üzerinde durduğumuz asıl konu öğrenilmiş romantizm Öyleyse. burada İran Sinemasından gerçek aşkı anlatan iki filmle alternatifimiz yok mu sorusunu cevaplayalım: Baran ve Allah Yakındır.


BARAN (2001)

Baran, bir Mecid Mecidi filmi.

Latif, inşaatta çalışan genç bir işçidir. Latif’in diğer işçilere nisbetle daha rahat bir işi vardır, inşaatın alış-verişini yapar, işçiler için yemek hazırlar. Ancak Latif’in pek de ismi ile müsemma bir genç olmadığını görürüz, kavgacı bir yapısı vardır, paraya da çok düşkündür.

Bir gün Afganlı bir işçi olan Necef, çalışırken düşer ve bacağı kırılır. Latif’in hayatını değiştirecek olaylar zinciri böylece başlar. Necef’in oğlu Rahmet onun yerine inşaatta işe başlar. Ancak inşaat işi için küçüktür. Latif’in yine bir kavgaya karışması neticesinde artık onun yaptıklarından bıkan Memar -inşaatın başındaki kişi-, Latif’i işinden alarak onun işini Rahmet’e verir. Latif artık inşaatta  sıradan bir işçidir. Bu olanlar Latif’in daha da hırçınlaşmasına yol açar.

Ancak bu noktada Latif’in hayatı bir dönüm noktasına uğrar. Latif aşık olur.




ALLAH YAKINDIR / HÜDA NEZDİK EST (2006)

Allah Yakındır’ın yönetmeni ve senaristi Ali Vazirian. 

Rıza, annesi ile yaşayan, motor taşımacılığı yapan kendi halinde bir gençtir. Ancak O, diğer insanlardan biraz farklıdır. Rıza çevresindekilerce biraz saf kabul edilir. -Halk arasında safdil olarak adlandırılan bir kişi- Ancak oldukça temiz kalplidir.

Bir gün Rıza’nın motoruna bir adam biner. Rıza, onu Kulude köyüne götürür. Köyün yolu bozuk olduğundan ulaşım motorlarla sağlanmaktadır. Rıza’nın köye bıraktığı adam köy okulunda hademedir, burada Rıza, okula yeni bir öğretmen geleceğini öğrenir. Rıza, adamı bıraktıktan sonra yine şehre döner. Yolcu beklerken birden köyün yeni öğretmeni Benyamil (Leyla) Hanımı görür.Muallime Hanım, Rıza ile köye gider. Rıza, bundan sonra her gün Muallime Hanımı motorsikleti ile evinden alıp okula götürmeyi ve dersten sonra evine bırakmayı vazife edinir.

Rıza daha Muallime Hanımı ilk görüşünde sevdaya tutulur. Bundan sonra ise şiirlerle yoğrulmuş, naif bir Leyla ile Mecnun naziresi izlemeye başlarız.




-Bundan sonraki değerlendirmeleri filmleri izledikten sonra okumanızı tavsiye ederiz.-

Mecid Mecidi İran Sinemasının belki de en iyi yönetmeni. Baran’la da yine önümüze harika bir film koyuyor. Baran; aşkın ne olduğu sorusuna cevap veriyor. Aşk; iyi biri olmaktır. 
Latif, sert, hırçın bir gençken. Bir anda yüreğine bir kor düşüyor. Latif o ateşte pişiyor, yanıyor. Daha önceleri taş atarak kaçırdığı güvercinleri, sevdiği onları seviyor diye seviyor, besliyor. Bir bardak suyu saksıdaki bir çiçekle paylaşıyor. Hayatındaki en önemli şeyi, parasını, gözününü kırpmadan sevdiği harcıyor. Bu da yetmiyor kimliğini satıyor. Ve tüm bunları bir karşılık beklemeden yapıyor.  


Allah Yakındır ise Baran’a kıyasla çok da duyulmamış bir film ancak filmin naifliğinden mi yoksa başkahramanımız Rıza nedeniyle mi bilinmez en sevdiklerimiz arasındadır. Rıza’yı oynayan oyuncu mükemmel bir iş çıkarmış. Yukarıda da söylediğimiz gibi film bir Leyla ile Mecnun güzellemesi ve Leyla’dan geçip Mevla’yı bulma yolculuğu. 

Rıza, öyle saf bir kalbe sahiptir ki onun gönlüne giren sevda, Rıza’nın kalbinde kendisine mukavemet edecek hiçbir engel bulamaz, onun kalbini ele geçirir. Rıza, Muallime Hanım'ı ilk gördüğü andan itibaren onun aşkına boyanır. Ne yer, ne uyur. Ancak gün gelir Muallime Hanım'ın evleneceğini öğrenir. Bundan sonra artık Rıza eskisi gibi olamaz. Bir daha o kapıdan çıkmayacağını bilse de gece gündüz sevgilisinin mavi kapısında bekler de durur. 

Sonunda kendini bilmez bir halde yataklara düşer. Son bir umut onu alır türbeye götürürler. Türbenin başucuna bırakırlar. Rıza, baygın haldeyken bir zat ona görünür, rüyasında ona ekmek ve bal verir. Kendine geldiğinde aynı ekmek ve balı üzerinde bulan Rıza onları yer. Bundan sonra Rıza bambaşka biri olur. Onu da aşk ateşi pişirmiş, yakmıştır.

Bundan sonra Leyla’sı yine bir rüya vesilesi ile kendisine gönderilir de, o artık asıl aşkın ateşine düşmüştür, Leyla’yı geçmiştir. Ancak Leyla’sı da eski Leyla değildir. Onun da gönlüne aşk düşmüştür. Burada yine izleyiciye açık bir kapı bırakılmıştır. İflah olmaz iyimserler Rıza ve Muallime Hanım’ın yollara beraber düştüğüne sonuna kadar inanabilirler. 


İki film arasında pek çok ortak nokta ve benzer sahne mevcut. Her iki filmde de kahramanımız ilk görüşte aşık olur. Latif, sevgilinin aynadaki aksine, Rıza cemaline. Doğu’da aşk algısı böyledir. Aşık, Maşuk’a ilk görüşte vurulur.   

 

Her ikisinde de Maşuk’un ayakkabısı suya kapılır. Rıza, suya kapılan ayakkabıyı yakalayıp sahibine getirir. Baran’da ayakkabı çamura saplanır, Latif, ayakkabının çamurunu siler, sahibine getirir. Sanırım bu da Maşuk’un hizmetkarı olmak anlamına gelir. 


Rıza, Muallime Hanım’ın kendisine verdiği ilk parayı ve motoru tamir etmek için verdiği tek tokasını saklar, hep yanında gezdirir. Ta ki gördüğü rüyadan sonra iyileşinceye kadar. Bundan sonra tel tokayı yeğenine hediye eder, parayı da yaşlı bir kadına verir. Mevla’ya yüzünü çeviren kul, Leyla’dan halas olur. 


Latif ise Baran’ın yokluğunda onun oturduğu yerde oturur, onun gibi kuşları besler. Burada Baran’ın tel tokasını ve tokanın üstünde bir tel saçını bulur. Bu tokayı sürekli yanında taşır. Baran’ın Afganistan’a döneceğini öğrenen Latif duramaz, nereye gittiğini bilmeden koşar, soluk soluğa kalır. Kendini bir havuzun başında bulur, yüzünü yıkar. Sonra mescidin önünde olduğunu fark eder. Havuzun başında kasketini bırakır. Mescide girer. O geceyi mescidde geçirir. Ertesi gün sukunetle Baran’ın evine gider, eşyalarını kamyonete yükler, rıza içinde Baran'ın gidişine razı olur. Mecid Mecidi’nin yakın çekimi ile görürüz ki Latif’in havuz başında bıraktığı kasketinin yanına Baran’ın tokası ilişmiştir. Latif, Leylasını dışarıda bırakıp Mevla'ya teslim olur. Mevla’ya teslim olan Leyla’sızlığa razı da olur.


Gelgelelim iki filmin ince noktalarına. Küçük ayrıntılar her zaman önemlidir. Hele ki böylesi naif filmlerde. Baran’ın naif noktaları Mecid Mecidi’nin bizlere sunduğu eşsiz fotoğraf karaleri idi. 




Baran/Rahmet, hiç konuşmadı ama biz onun hissettiklerini Latif için bıraktığı bu bir bardak çay ile iki şekerden anladık. Sarrafların vitrinlerini süsleyen hangi taş bu denli değerli olabilir. Ya Latif'in bu çayı gördüğü an olduğu yere oturup kalışı...






Bir ömür bu andan daha yakın olamayacak iki aşık, birbirini bir daha hiç göremeyecek iki aşık... Ama bu kadarına bile razı, bu kadarıyla bile mutlu iki aşık.







Sonunda kalan sevgilinin ayakkabısının çamurdaki izi ve onu da silip giden yağmur.






Peki ya Allah Yakındır. Hangi sahnesini anlatmalı. Rıza’nın Muallime Hanım'ı ilk görüşü, “âb” dersini anlatırken onu izleyişi, ormanda kaldıklarında Leyla’nın okuduğu Hafız’ın şiiri, Leyla’nın bir sözü ile kalbi unufak olan Rıza, elinde çiçeğiyle Leyla’nın kapısının önünde bekleyişi, sonra ormana gidip ağlayışı, sevdası, ateşi, rüyası, uyanışı, içten içe yanan o son hali ve en son sahne motorsikleti ile yola koyulmak üzere hazır olan Rıza, Leyla ile karşılaşır, ikisi de birbirlerinin yüzüne bakamazlar: 
“Artık Kulude köyü’ne gitmiyorum”
“Ben de artık Kulude’ye gitmiyorum”
Son görüntü: Taşımacılık yaparken Rıza'nın beline bağladığı Muallime Hanım’ın tutunduğu meyve kasası çiçeklerin arasında terk edilmiş bir haldedir.

İster artık yolları ayrıldı bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın isterseniz yolları ayrılmamacasına birleşti bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın efendim.
  
“Geldi üzerime üç keder bir anda, yalnızlık, esaret ve sevgilinin hasreti.
Yalnızlık ve esaretin çaresi var ama, 

Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti…”

4 Ocak 2016 Pazartesi

Kısa Bir Tatilin Kârı/ Şanzelize Düğün Salonu, Mücella ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz - 2


İstanbul zor ya hu. İnsanı içine çekiyor koşuşturmacası. Biraz soluklanayım şu köşe başında derken bir bakıyorsun haftalar, aylar geçmiş gökyüzüne son bakışının üzerinden. Benim de ömrüm Asya ile Avrupa arasında mekik dokumakla geçiyor. Gökyüzünü otobüsün camında, denizi marmaray çıkışında görebiliyorum. Lakin kural belli, kendi yaptığımız tercihlerden şikayet etmemiz mantıksız. Neyse efendim yarım kalmış bir yazımız olacaktı buralarda ona devam edelim.

Ne demiştik kısa bir tatilin kârı. Bu yazıyı yine kısa bir tatilde tamamlıyor olmak da sanırım bir ironi. Belki bir gün bir şeyleri ertememeyi öğreniriz, kim bilir?


Mücella - Nazan Bekiroğlu

Popüler olan herşeye biraz mesafeli durmaktan bazı güzel şeyleri geç keşfettiğim çoktur. Bu duruşun herhalükarda kattıkları eksilttiklerinden fazla olmuştur. Velakin popüleritenin arama mesafe koymayı beceremediği bazı şeyler de var şüphesiz, onlardan biri de Nazan Bekiroğlu romanları.

Herşeyden önce Nazan Bekiroğlu’nun kendine has bir üslubu var. Onun adını görmeden dahi bir yazısını okusanız bunu O yazmıştır diyebiliyorsunuz. Sonra ağır ağır ilerleyen bir dil altında yumuşacık akan duygular var. Her zaman onun cümlelerinin içinden akan duyguları hissetmek mümkün ve bu, sanırım onun samimiyetinden kaynaklanıyor. Bir insan gerçek duygularını ortaya koyup yazmasa duyguları da bu kadar iyi anlatamazdı.

Ama herkes Bekiroğlu’nun romanlarını sevmez pek tabii. Evvela cümleleri ağdalıdır. Özenle seçilmiş kelimeler ile örülmüştür. Ayrıntıları sayıp döker, yavaş yavaş ilerler kitapları. Hızlıca okuyup geçmeye müsait değildir pek fazla. Lakin yine de gerçek duygular barındırır seveni için. Dilinin nazları çekilir cümlelerinin.

Hele ki Nar Ağacı… Onunla taçlanmış, zirvesini bulmuştur cümlelerdeki duygu akışı. Nar Ağacın’nın yeri ben de ayrıdır. İçinde yaşamak istediğim romanlardan biri de odur. İşte Nar Ağacı’ndan bu yana yeni bir roman bekleniyordu kendisinden. Gerçi beklenen gelmez, hiç beklemedik anlarda gelir çok sevilenler. Kendisinin de Nar Ağacı gibi bir kitabı beklentisiz bir zamanda yazacağına inanıyorum. 

Şimdi gelelim Mücella’ya…

Mücella, bir kadın romanı. Arka planında Türkiye’nin olduğu takvimlerden kopan yapraklarla birlikte zaman içindeki değişimi de anlatan bir roman. 1920’lerden günümüze Türkiye ve cumhuriyet ile eş zamanlı bir hayat hikayesi. 

Trabzon’da geçen bir hikaye Mücella’nın hikayesi. Bir kendisi var bir annesi değişmeyen bu hikayenin merkezinde. Diğerleri hayatlarında ama merkezde değiller, diğerlerinin hayatında hep bir şeyler değişiyor, bir şeyler yaşanıyor ama Mücella hep izleyen oluyor. O da bir şeylerin olmasını bekliyor. Neyi beklediğini bilmese de bekliyor. Yıllar öylece akıp gidiyor. 

İşte romanın özeti budur. Durgun ve olaysız. Roman boyunca Mücella ile birlikte siz de bekliyorsunuz bir şey olacak diyorsunuz; işte şimdi bir şey olacak ve bu romanın yazılış amacı bu diyeceksiniz. Ama ne yazık ki olmuyor. Açık söylemek gerekirse roman ben de hayal kırıklığı yarattı. Nazan Bekiroğlu’nu ilk kez okuyor olsaydım bir daha kolay kolay kitabını okuyamazdım. 

Yazar, romanda tam olarak okuyucunun Mücella’yı sevmesini sağlayamıyor. Ne O’na dışardan bakabiliyor okuyucu ne de sahiplenip benimseyebiliyor kahramanı. Bir de bunun üzerine beklenenler gerçekleşmeyince roman öylece havada kalmış hissi yaratıyor. Ancak sanırım Bekiroğlu’nun istediği de bu. Kitabın sonlarında neden bu hayat hikayesini romanlaştırdığını kendisi de soruyor. Nedeni hayatın da tıpkı böyle olması. “Kiminin hayatı, izleyenleri tatmin eden bir sonuca bağlanmıştı, mükemmel bir roman gibi. Kimininki sebepsiz sonuçsuz kalmıştı,hayat gibi.” diyor.

Nazan Bekiroğlu’nun da hayatın bu yönünü anlatmaya çalıştığını anlıyoruz ki kendisi de Mücella’nın bir roman karakteri olamayacağını itiraf ediyor, bu nokta da başarılı olduğunu da söyleyebiliriz belki ama edebi anlamda başarılı olduğunu söylemek zor ne yazık ki. 

Romanın sonunda okuyucunun tatmin olması, edebi bir zevk alması, hislerinin harekete geçmiş olması gerekirdi ama son sayfayı çevirdiğiniz de bir his değil bir boşluk duyuyorsunuz. Arka planda akıp giden Türkiye manzarasına odaklanayım deseniz maalesef Bekiroğlu da romancıların aşamadıkları bir engele takılmış. O da bu olaylara yüzeysel bir bakıştan öteye gidememiş. (Yakın zamanda okuduğum Kafamda Bir Tuhaflık’ta da bu rahatsız ediciydi işin aslı. Arka planında yakın tarihi anlattığını savunan her romanda olaylarla ilgili benzer cümleler var. Madem bunlar, bu denli insanların hayatına etki eden olaylar iki cümle ile özetlenememeliler, bir derinlikleri olmalı anlatılırken. Ama belki de bu işin tek yolu budur ve ben bu tarz romanları okumayı bırakmalıyımdır.)

Tüm bunlar bir yana bir de Bekiroğlu’nun üslubunda bir sadeleşme göze çarpıyor. Ağdalı dil yerini sade cümlelere bırakmış. Yani hikayeyi ele alış tarzı yazarının Bekiroğlu olduğunu ne kadar ele veriyorsa dili de bir o kadar aksini söylüyor. Bundan sonra merak konusu olan acaba Bekiroğlu bu sadeliği sürdürecek mi yoksa eski üslubunu devam mı ettirecek. Ancak umuyorum ki bir dahaki romanına roman kahramanı olmaya uygun bir karakter seçecektir.


“Ölüm ara renkleri iptal eder. Bu defa da öyle oldu. İdamların arkasında geriye sadece siyah ve beyaz kaldı. Sadece göklere çıkarılabildi o iktidarın yapıp ettikleri ya da tümüyle reddedildi.”

“Denenmemiş gücün kaç kırat çektiğini kim bilebilir?”

“Yaranın en fazla kanadığı yerden dağlandığına inanıyor. Kangren olmuş uzva merhem kar etmez, satırı birdenbire indirmek gerektiğini biliyor.”

“Konaktan apartmana, evden daireye, bahçeden balkona, topraktan saksıya, cennetten dünyaya geçilmişti işte, Daireler büyürken bahçeler küçülmüş, sonunda tümüyle yok olmuştu. Şehrin yüzü gibi kalbi de kalbi de paragöz ve cingöz adamların gönlünce değişmiş, eski alışkanlıklar bir köşeye itilirken yeni adetler edinilmişti.”

“Çocuğun olduğu yerde herşeye rağmen ümit var. Hayat herşeye rağmen heryerdedir ve değerlidir. Veremli Yusuf Ziya’nın penceresinin önünde bile leylakla açtığında hayat Mücella’ya bunu öğretmişti.”

Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı

Barış Bıçakçı, kendine has bir okur kitlesi olan son dönemin yükselen yazarlarından. Kendisi hakkında pek de fazla bilgi sahibi değildim ancak kitaplarının isimleri bende hep ilgi uyandırmıştı. “Sinek Isırıklarının Müellifi” mesela ne hoş ve ilginç bir tamlama. Kitap hakkında bir şey bilmese de insanda okuma isteği uyandırıyor. En nihayetinde Bıçakçının bir kitabını okumaya da muktedir olduk. Kitabın konusundan bahsedecek olursak:

Ender ve Çetin. İki dost, okul yıllarından beri yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş, bazen araya mesafeler girmiş ama onlar da ancak dostluklarını güçlendirmiş. Üniversite bitip mesafeler aradan kalkınca aynı evde yaşamaya başlamışlar. 30’lu yaşlarda iki adam. Sakin belki sıradan ama onlar için huzurlu bir hayat. 

Sonra bir gün bir kaza oluyor ve evlerine bir misafir geliyor yakın arkadaşları Fikret’in kızkardeşi Nihal. Anne ve babalarını kaybedince ve kendisi de Amerika’ya dönünce yalnız kalmasın diye Nihal’i iki dostuna emanet ediyor Fikret.

Sonra… sonrası malum modern insanın çaresizliğini anlatan tüm romanlar gibi bu roman da bir aşk üçgenine bulaşıyor. Bulaşmak ne kelime romanın tüm hikayesi bundan ibaret. İki çaresiz adamın çaresiz aşkı. 

Barış Bıçakçı dediğim gibi okumakta geç kaldığımı düşündüğüm isimlerdendi. Sade bir uslup ve çokça Ankara. Ama ben günümüz yazarlarını okurken çoğu kez duyduğum o hayal kırıklığını bir kez daha yaşadım bu kitapta. Buket Uzuner, Hasan Ali Toptaş, Selim İleri ve şimdi de Barış Bıçakçı. Elimi attığım daha kaç kitaptan bu çaresizliğe yapılan güzellemeler ile bin pişman ayrılacağım acaba?

Anlattıkları şey “modern insanın çaresizliği” . İçi sıkılmış karakterler, hayatın anlamını, hayata inancını kaybetmiş, boşlukta insanlar, hep bir şey eksik hayatlarında, hep bir boşluk var iç dünyalarında. Onların iç sesleri ile anlatılan romanlar ve illa ki bir aşk üçgeni, bir gayri meşru ilişki. Sayelerinde bu kitapların, üçüncü bir kişi olmadan aşık olunamayacağına inanacağım neredeyse.

Artık emin olamıyorum gerçekten insan bu kadar büyük bir çaresizliğin içine mi düştü de bu denli yazılıp çiziliyor çaresizliği yoksa bir akım mı oldu bu tarz ve sürekli dönüp dolaşıp beni buluyor. Bu kitabı daha erken okusaydım -tüm o çaresizlik güzellemelerinden ve iç bunaltıcı kahramanlardan önce- sever miydim bilmem. Lakin uzun bir süre daha “modern insanın çaresizliği” kitapları benden uzak olsun. 

Fazla batılı geliyor bu kitaplar bana ve bir kez daha iyi ki doğuluyum diyorum. Doğuya ait hissediyorum iyi ki kendimi. Gerçi yazar kitabında doğululuğu bir güzel yererken batılılığı da göklere çıkarmaktan geri durmuyor. Batı’nın herşeyini yaşama dair bulurken Doğu’nun “yaşamama”yı “bir halt sandığından” dem vuruyor vs. İlk kez bu görüşlerle karşılaşmıyor tabi insan ancak ait olduğun yeri bu kadar sevmemek de neyin habercisi bilemiyorum.

Bir yazara beni bağlayan en önemli unsur da tabi üslub ve ne yazık ki bunu da Bıçakçı da bulamıyorum. Evet yalın ancak insanı kalbinden yakalamıyor, aklına birtakım çağrışımlar düşürmüyor. Oysa kendisini okumadan önce böyle bir dille karşılaşacağımı ummuştum. Sanırım kitapların isimlerini bu denli beğenmemden kaynaklı bir durum. Neyse efendim, bir kitabının ismi beni bir kez daha kandırıncaya kadar kendisini okumaya dair içimde bir istek kalmadı ne yazık ki.


“Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.”

“Önce aşk vardır. Hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar.”

“Bütün sıkı ilişkiler azınlıktır çünkü. Sırtlarını ‘dışarıya’ bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık.”

“Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir.”



Sanırım bu kısa tatilin kârı Şanzelize Düğün Salonu’ydu. Zaman geçtikçe kitaba, atmosferine, karakterlerine olan sevgim daha da artıyor. Okuyun, okutturun efendim.


Kamu yararına acil bir istek: Murat Menteş yeni bir roman yazsın!