30 Nisan 2017 Pazar

Acayip Şeyler


Tarık Tufan’ın yeni kitabı çıktı. "Beni onlara verme". Tüm seçkin kitapçılarda falan demeyeceğim size merak etmeyin. Amacım kitabı tanıtmak değil. Yanlız kitapta Tarık Tufan’ın kullandığı bir epigraf vardı. Epigraf nedir diye sorulacak olursanız; yazıların başında yahut edebi eserlerde bölüm başlarında yazı ile ilgili, onu özetleyen, ufak ipuçları veren alıntılara epigraf deniliyor.

Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta harika epigraflar kullanmıştı. Kitabın ilk epigrafı şudur:
“Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrarı öldürür.”
Hemen altında yer alan ikinci epigraf ise şu:
“Böyle ölecekse, öldür o zaman sen de esrarı, esrar satan yalancı peygamberi öldür!”

Ahh Kara Kitap…

Neyse mevzumuz bu da değildi. 
Tarık Tufan, Beni Onlara Verme’de şöyle bir epigraf kullanmış:
“Lan filmde olsa inanmazsın ama gerçek hayatta daha acayip şeyler oluyor.”
Kahvede oturan bir abi

Ne denilir böyle bir söze? 
İnsan yaşamadan bir şeyi tam olarak idrak edemiyor. Ben de yaşayınca anladım. Gelip de anlatmaya karar verdim. Toplaşın ey ahali gerçekte olması zor olan ama olan bir hikayem var.

29 nisan 2017 cumartesi, harika bir hava, mükemmel bir güneş. Peki bir son sınıf öğrencisi afedersiniz tezini teslime 3 hafta kalmış bir son sınıf öğrencisi ne yapar böyle bir günde? El-cevap: Kütüphaneye doğru yola çıkar. Ben de aynen o öğrenci gibi yaptım ve Üsküdar’dan kalkıp okula, kütüphaneye geldim. Masama oturdum, bilgisayarımı açtım, henüz çalışmaya başlamıştım ki bir bey yanıma gelip ne yazdığımı sordu. 

Bugün okulumuzda ilmi bir sempozyum vardı. Oturum aralarında kütüphaneyi gezmeye gelen ziyaretçilere alışkın olduğumdan kütüphaneyi gezen 3 yabancı pek de dikkatimi çekmemişti. Ta ki onlardan biri gelerek ne yazdığımı sorana kadar. 'Bitirme tezi' cevabını verdim. Tezimin konusunu sordu, söyledim. Adımı sordu. Daha sonra bir Türk’ün asla kaçamayacağı o soru geldi: Nerelisin? Memleketimi söyleyince beyefendi şöyle bir duraksadı. Şaşırdığı her halinden belliydi. Sonra hiçbir Türk’ün kaçamayacağı ikinci soru geldi: Neresinden? Bunu da cevapladım.

Meğer Beyamca 80’li yıllarda eşi ile birlikte memleketimde öğretmenlik yapmış. Mezun olduğum liseyi sordu. "Şu hocayı tanır mısın?" dedi. "Tanıyorum, hocamdır" dedim. Onu tanıyor musun, bunu tanıyor musun derken söylediği isimlerin hepsini tanıyınca artık benim onun babamla tanıştığına da hiç şüphem kalmadı. "Ee sen bu kişilerin hepsini nasıl tanıyorsun" deyince "Onlar babamın arkadaşları" dedim. 

Şaşkın bir vaziyette bu sefer babamın kim olduğunu sordu. Söyledim. Beyamca yalnız babamla tanışmıyormuş. Çok da yakın dostmuşlar. Hatta ortaklık etmişler. Bizim eve gelirlermiş, tatilde evlerini bize emanet ederlermiş vs vs. İkimizde yaşadığımız şoka inanamadık. Beyamca kendi evladını görmüş gibi sevindiğini söyledi. Bana elini öptürdü. Yanındakilerle tanıştırdı. Bana numarasını verdi. Memleketten herkese selam söyleyip gitti. 

Bir süre şaşkınca bakakaldım arkasından.

Bir ömür kendi hayatımızda başrol oynamakla mükellefiz.. Senaryo ise bize bildirilmedi. Bazen etken bazen edilgen olarak bilmeden yaşayıp gidiyoruz. 
Bir filmde böyle bir sahne görsem yok artık der gülerim herhalde ama o olay kendi hayatımızda olunca kanalı değiştirmek mümkün değil. Yahu filmde görsem inanmam ama gerçekte daha acayip şeyler oluyor işte. 

8 Ocak 2017 Pazar

Karlı Bir Gün, Karda Bir Gün: Üsküdar


Yeni bir yıl geldi.
Sherlock geri geldi.
Final dönemi geldi. 
Vee İstanbul’a kar geldi.
Hem de hiç görmediğimiz kadar. Hafta sonu yapılacak tüm etkinlikler ve dahi sınavlar iptal oldu. İstanbullular evlerine çekilmeye karar vermişken biz 5 yıldır hiç yapmadığımız kadar çılgınca bir şey yapmaya karar vererek ellerimizde fotoğraf makinelerimiz fırtınada kendimizi Üsküdar sokaklarına attık. 


Bu dönem başladığımız fotoğraf atölyesinin bize kattıklarıyla farklı bir perspektiften daha bol insanlı, daha bol figürlü fotoğraflar çekmeye, bunun için özel vakitler ayırmaya başlamıştık. Kar yağdığında da fotoğraf makinelerimizi kapıp İstanbul’un tüm ikonik mekanlarını fotoğraflamak gibi bir hayalimiz vardı. Ancak sokağa çıktığımızda hedef küçültüp Üsküdar’ı fotoğraflamakla yetinmeye karar verdik. İyi ki de öyle yaptık.



 Efendim evvela niçin böyle günleri seviyoruz ondan bahsedelim. İstanbul’a hiçbir vakit doyum olmuyor lakin kış vakitlerini, fırtınalı, yağmurlu, karlı günleri -hele bir de tatile denk geldiyse- İstanbullular evlerinde geçirmeyi tercih ediyorlar sokaklar da bizim gibi gezginlere kalıyor haliyle.

İstanbul’u tenha sokaklarla hayal edin. Kalabalığın koşuşturmadığı sokaklar, daha az araba, sessiz ve sakin bir İstanbul. Rüya gibi değil mi? Bir de bu İstanbul’un sokaklarını beyaz düşünün, bazen hızlanan bazen aheste aheste yağan karı düşünün İstanbul sokaklarında. Evet bu rüya sahnesinin cazibesine dayanamamız beklenemezdi bizden de. 


Makinelerimizi alıp düştük yollara ilk istikamet Çengelköy. Üsküdar sahilinin bu yakasını hep çok sevmişimdir. Daha doğal, kendi kitlesine sahip bir yer, Üsküdar’a gelen herkesin Kız Kulesi’ni ziyaret etmesi gibi bir durum yok sahilin diğer yakasında. O yakanın kendine has tutkunları vardır. Kız Kulesi’ni ziyaret etmek gibi bir rutine dönüşmedi henüz Çengelköy’ü, Beylerbeyi’ni, Kuzguncuk’u ziyaret etmek çok şükür ki. 

  Çengelköy denilince akla ilk gelen mekan Çınaraltı oluyor pek tabii. Normal bir İstanbul gününde tıklım tıklım olması gereken Çınaraltı’nı tenha buluyoruz. Bizi burada korkulukların zincirlerine bir gerdanlıktaki inciler gibi dizilmiş kuşlar karşılıyor.
                                  
                               
                           


Kuşlar insanlardan korkuyorlar, onların olmadığı bugün Çınaraltı kuşlara kalmış. Ama hava çok soğuk, belli ki karınları da aç. Neyse ki insanlar onları düşünüyorlar. Biz oradayken bile kaç kez onlara ekmek bırakan oldu. Öyle güzel bir manzara ki.

Zaman kavramının kaybolduğu bir zamanda tenha bir İstanbul, beyaz örtü ile örtülü, karşı kıyının sisler içinde bazen görünüp bazen kaybolduğu bir masal alemi. Karla kaplı boş masalar, kuşlar ve biz. Kendimize engel olmamıza imkan yoktu, biz de bol bol fotoğraf çektik ve çekindik.

Çaylarımızı içip ısındıktan sonra ikinci durağımız Beylerbeyi Sarayı oldu. İlk kez bir yaz ayında gezip hayran olduğum bu zerafet timsali sarayı bir de kar altında görmek gerek. Sarayın içinde fotoğraf çekilemiyor ama herkesin bu zarif sarayı bir kez de olsa ziyaret etmesini tavsiye ederiz. Emin olun buna değecek. Ama şunu unutmayın burası yaz ayları için yapılmış, İstanbul’un en çok rüzgar alan yerlerinden biri. Yani bahçesinde geçirdiğiniz her dakika donma tehlikesi ile karşı karşıyasınız. Ancak koskoca sarayın bahçesinde sadece siz olacaksınız ve her deliliği yapabileceksiniz. Sanırım soğuktan donma riskini almaya değer:) Kartpostal gibi görüntüler de cabası.




 Pek tabii Beylerbeyi’ne gelmişken iskeleye uğramadan ayrılmak olmaz. Burası zannımca Üsküdar sahilinin en güzel kısmı. Çünkü Üsküdar’ın diğer kısımlarındaki gibi sahil yol boyunca uzanmıyor. İç kısımda kalıyor. Sahile inilen yollar bana çocukluğumdan beri düşleyip durduğum gizli ve dar yolları hatırlatıyor. Yolun sonunda da küçük ama ferah bir sahile çıkıyorsunuz. Harika da bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.




Karın insan psikolojisine iyi gelen bir özelliği kanıtlandı mı bilmiyorum. Ama karın İstanbullulara çok iyi geldiğini söyleyebilirim. Gün boyunca karşılaştığımız herkes istisnasız iyi insanlardan oluşuyordu. Herkes mutlu, yardımsever ve güleryüzlü. Bir aralık bir kamu spotunun içinde hapsolmuş olabilir miyiz diye de düşündüm ancak sanırım kar herkese iyi gelmişti. Ya da en azından bizim karşılaştığımız herkese.



Peki siz İstanbul’un kar yağdığında çağ değiştirdiğini biliyor muydunuz?


  

Soğuk en çok sokakta yaşayanları vuruyor. Gün boyu kaç kez karşımıza çıktı karların üzerine serilmiş bedenler, yorgun ve çaresiz gözler. Herbirine yardım etmek istiyor insan ama elimizden ne geliyor ki. En azından karınlarını doyurmalı, sokağa onlar için bir battaniye, bir havlu, hiç birisi olmazsa bir karton kutu bırakmalı ki sığınacak bir köşeleri olsun. Biraz sevgi ve merhamet. İstanbul halkının çoğunluğu bu konuda örnek gösterilebilecek insanlardan oluşuyor, hala, çok şükür.




 


  Beylerbeyi’nde de bir yerlerde sıcak bir şeyler içip buzlarımızı çözdükten sonra üçüncü ve son durağımıza ulaşıyoruz:Kuzguncuk. Kuzguncuk hala güzel bir boğaz köyü. Kar altında daha da güzelleşmiş, daha da albeni kazanmış. Hem sonra o da diğerleri tarafından terkedilmiş. Mahalle sakinlerine gelince onlar da arabalarını dünden beri hareket bile ettirmemişler belli ki. Kuzguncuk sessiz ve sakin. Biz de günümüzü Zahir Restorant'ta tamamlıyoruz. Kuzguncuk'tan geriye de şu kartpostal görüntüleri kalıyor bize. 

İstanbul karda çok güzel yaşayın ve yaşatın efendim.



 




Çağ değiştiriyor demiştim size değil mi?

Ps: Kırmızı şallı kız çekimleri için dostumuz Ş’ye teşekkürlerimizi borç biliriz ;)

29 Kasım 2016 Salı

Kedice Düşünceler ya da Dünyanın En Şanslı Kedisinin Gözünden



İstanbul bir tarih şehridir, İstanbul bir kültür şehridir, İstanbul kaosun başkentidir… Bu tanımlamayı istediğiniz gibi yapabilirsiniz. İstanbul yaptığınız her tanıma az ya da çok uyacaktır. İstanbul’un hangi yönünden bahsetmek istiyorsanız öyle tanımlayın onu. Ben bugün İstanbul’un kedilerinden bahsedeceğim. Yani anlayacağınız; İstanbul bir kediler şehridir. 

İstanbul’u ne olmadan düşünemezsin deseler camileri ve denizi derim. Onlar olmadan İstanbul, İstanbul olmuyor. -Denizi ve tarihi camiileri göremediğiniz bir semte İstanbul demek içinizden geliyor mu?- İstanbul, İstanbul olduktan sonra onu ne olmadan düşünemezsin deseler söyleyecek çok şey var aslında; bunlardan biri de kedileri.

Başka hiçbir şehrin sokaklarında bu denli çok kedi, bu denli sevgi ve bakım görerek yaşamıyordur sanırım. -Ve başka hiçbir şehrin sokağına bu denli yakışamaz kediler.- Hemen her sokakta kediler için konulmuş sular, mamalar, belli saatlerde onları besleyenler, en azından her sokaktan geçişinde başlarını okşayanlar var. Kediler, İstanbul ehlinin yaşamının bir parçası, üst kat komşusundan daha çok sokağının kedisini görür İstanbullular ve kapı komşusundan çok sokağındaki kedi ile benimser mahallesini.

İnsanlar İstanbul’da kedilerle yaşamaya insanlarla yaşamaktan daha alışkın. Kedilere karşı insanlara karşı olduklarından daha  müsamahakarlar, birbirlerine olduklarından daha sevgi dolular onlara karşı. Kediler de bunun farkındalar sanırım. O yüzden mahallenin sahibi gibi güvenle yürümeleri, arabaların üzerine serilip güneşlenirken sokaktan geçenleri umarsızca tek tek süzmeleri. 

Bu işin tek mimarı insanlar değil pek tabii. Kedilere karşı sevgi beslemek insanlara beslemekten daha kolay. Kediler arabalarını alıp trafiğe çıkmazlar, metrolara, otobüslere binmezler, kaldırıma park etmezler. Mahallelerinde oturur güzel gözleriyle etrafı seyrederler. -Sevilmeleri için bir engel göremiyorum doğrusu.-

Kedilerin masumiyetlerini seviyorum; konuşamadıklarından, dertlerini söyleyemediklerinden onlara şefkat duyuyorum. İnsan oğlunun karşısında çok savunmasızlar, sokakta hayatta kalmaya çalışıyorlar. Sonra gözleri de büyük bir etken tabii. İnsan eninde sonunda saf bir şeye sevgi göstermek istiyor.

Kedilere uzaktan bakınca hepsinin aynı olduğunu düşünüyorsunuz. Tek fark renkleri gibi geliyor uzaktan. Ama biraz yakınlaşınca her birinin ayrı bir canlı olduğunu anlıyorsunuz. Her birinin bir karakteri var. Kimisi çok cana yakın olur, sevgiden hoşlanır, sevilmek için hemen sokulur yanınıza. Kimisi ile yanyana oturursunuz bankta, o sizi tanır, anlattığınızı dinler, gözlerinize bakar ama dokunulmasından hoşlanmaz. Kimisi kolay kızar, kimisi kolay bağlanır. Ve insanları tanırlar, nankör değil özgür ruhludurlar.

Hüdayi’de yavru kediler var. Daha dünyaya geleli çok olmadı. İlk tanıştığımızda miniciklerdi. Sonra yavaş yavaş hiç farkettirmeden büyüdüler. Daha bir kaç hafta öncesine kadar uykudan başını kaldıramazken şimdi birbirleri ile oynayıp hayatta kalmayı öğrenir oldular. Avluda gezindiklerini, büyük kedilere kafa tutuklarını gördükçe annelerini gibi gururlanıyorum. (İnsan tuhaf bir varlık evet.)

Geçen gün yavrulardan biri ile türbe dışına çıktık. O ilk kez türbenin dışındaki dünyayı görecekti. Kapıdan çıkar çıkmaz tedirgin oldu. Etrafa, insanlara şaşkın şaşkın bakmaya başladı, sonra yanımızdan bir araba geçti, sesi çok korkuttu onu, kaçmaya çalıştı. Ben de sakinleşsin, dikkati dağılsın diye konuşmaya başladım onunla. 

“Bak, dedim, burası İstanbul, şu uzaktan görünen mavilik; deniz, ilerisi de avrupa yakası. Biz Üsküdar’dayız. Ama oraları merak etme sen doğabileceğin en güzel yerde doğmuşsun, doğuştan Üsküdarlısın ve muhtemelen tüm hayatın burada geçecek, Hüdayi Hazretleri’nin eteğinde. Her gün yüzlerce ziyaretçin olacak. İstanbul’un yarısı bu avludan geçecek. Biraz daha batıda doğsan, bir türbe kedisi olamazdın, ezan sesleriyle dolu bir şehirde yaşayamazdın. Belki daha lüks ama kısıtlı bir hayat sürerdin. Biraz daha doğuda doğsaydın, insanlar böyle bakmazdı sana, İstanbul kedileri gibi olmaz oraların kedileri, zayıftırlar ve İstanbul kedileri gibi kendilerini sevdirmezler çünkü insanlar korkar onlardan ve onlar da insanlardan. Daha korkuncu daha da uzaklarda doğsaydın muhtemelen seni yemek isterlerdi.” (Burada kedimin yüzüme korkarak baktığını itiraf etmeliyim.)

Dünyadan bahsederken ona, aslında ne kadar şanslı olduğunu fark ettim, dünyanın en güzel köşesinde doğmuştu ve türbenin avlusunda bir yaşam önünde uzanıyordu. Türbe kedisi olduğu için kendisine kötü davranılma ihtimali sokaktaki kedilerden çok daha düşüktü. Muhtemelen ömründe sayılı defa araba görecekti. 16.yy’da burada yaşayan atalarının hayatına benziyordu hayatı. - en azından bizim hayatımızın 16.yy’daki atalarımıza benzeyişinden çok daha fazla.-

Hangi kedi ondan daha şanslı olabilir diye ihtimalleri sıralamaya çalıştım. Özel hizmetçileri olan kraliyet kedileri mi? Ama bu özel bakım beraberinde tasmayı da getiriyor. Hangi tasma ya da hangi ipekli yastık özgürlük kadar tatlı olabilir diye düşündüm o zaman. O zaman milyon dolarlık evlerde yaşayan kedilerin değil kucağımdaki minik kedinin dünyanın en şanslı kedisi olduğunu anladım. 


O da aynı fikirde olmalı ki evde kalmak istemedi, türbeye döndüğümüzde mutlulukla sıçradı kucağımdan koşa koşa avluya döndü, kardeşlerinin yanına, evine.

23 Ekim 2016 Pazar

Mezun Olmak ya da Olmamak


Bazı insanlar İstanbul’u tanıdıkça sever, kimileri tanıdıkça İstanbul’dan nefret ederler, -benim gibi- bazılarıysa daha tanımadan İstanbul tutkunu olurlar -evet pek mantıklı değil doğrusu.- 
İstanbul’da yaşamaya başladığım ilk sene, henüz üniversitedeki ilk yılımda şunu öğrenmiştim: Rical ilminde alimler, tek tek kişilerin biyografilerini kaleme alırlar, biyografisi yazılan kişinin nereli olduğuna karar verirken “4 yıl” şartı koşarlarmış. Bir kişi bir beldede 4 yıl yaşadıysa oralı sayılırmış. (Aynı anda birden çok yerden olma şansı da mevcut tabii. Yani bir kişi hem İstanbullu hem de Kudüslü olabilir aynı zamanda. ) Bu bilgi zamanla bende bir takıntı haline geldi. İstanbullu olmak için bu 4 yılı doldurmayı beklemeye başladım.

İyi haber; sonunda geçtiğimiz yaz 4 yılı tamamladık, kötü haber; 5.yılımız başladı. 

5. yıl ne demek hemen kısaca özetlemek gerekirse “Mezuniyet” demek efendim. Yani çok sevdiğimiz okulumuzda son yılımız demek, tez yazmak demek, pedagojik formasyon almak, 2. bir üniversiteye kayıt yaptırmış olmak, aynı zamanda akşamları bir başka programa devam ediyor olmak, bunların yanı sıra yüksek lisans için okumalar yapıp sınavlara hazırlanmak demek. İyimser hesaplamalarıma göre yemeyip içmeyip ve dahi nefes almayıp çalışılırsa hepsini yetiştirme ihtimali mevcut. Yani eski bir reklamda denildiği ve o dönem bizim evde slogan olduğu gibi: “Çook çalışmak lazım çoook”

En zoruysa bir sonraki yılın muallak olması. “Gelecek yıl nerede, ne yapıyor olacağım/olmalıyım?” sorusu. Tabii bir de “E şimdi sen mezun olunca ne yapacaksın?” sorusu var ki öğrenciyi merdivensiz kuyularda bırakıyor. Neyse efendim ben sebepsiz bir şekilde bu yoğunluk fikrinden gizlice zevk alıyorum. (‘Ömür boyu bir şeylerle savaşmadan yaşayamayan gizli mazoşistler kulübüne’ hoş geldiniz. İlk kural bu kulüpten kimseye bahsetmemektir :)

Tabii bu seneyle ilgili motivasyonlarım da yok değil. İşte bu sene tüm zorluklara ve yoğun tempoya rağmen bizi güçlü kılacak nedenler:

1- Mezun Olmak

“Mezun olmaktan bunca yakındıktan sonra ilk motivasyon kaynağı ‘mezun olmak’ mı?, çok mantıklıymış gerçekten.” demeyin. Çünkü her ne kadar okulumuzu delice sevsek de ve bu ‘mezuniyet’ başımıza bin türlü iş açsa da hayatımızda önemli bir yeri olan uzun bir sürecin sonuna geliyoruz. Klişe ifadeyle ‘Her son yeni bir başlangıç’ ve mezun olmak da bizi bekleyen yeni bir başlangıca koşmak demek.

Mezuniyetle birlikte resmen çok sevdiğimiz okulumuzdan ‘mezun olmayı’ başarmış bir öğrenci olacağız. Bunun karşılığında 5 yılın sonunda nihayet ‘o okul’dan diploma alacağız. Bu diploma aramızdaki bağın somut bir nişanesi olacak aynı zamanda. 
Sonra, her ne kadar okulumuzu sevsek de hiçbir zaman normal bir okulda okuduğumuzu iddia etmedik. Politikası öğrenciyi kanının son damlasına kadar çalıştırmak olan bir okuldan mezun olmak fikri neticede insana bir rahatlık vermiyor diyemeyiz.

2-Mezuniyet Sonrası Planları

Evet, kabul etmek gerekirse bu kısmın gerçekleşeceğinden ben de pek emin olamıyorum. Hayatımız boyunca hep bir sonraki aşamanın daha rahat olacağını düşündük. Ortaokulda lisenin, lisede üniversitenin daha rahat bir yer olacağını hayal edip pek çok plan yaptık. Ancak tersine, işler gittikçe zorlaştı. Ancak bu kez ümitliyim.

Mezuniyet sonrasında en azından, 5 yıl sonra ilk kez tatil dönüşü olacakları düşünmeden bir tatil yapabiliriz diye düşünüyorum. Kitaplarla daha çok vakit geçirir, ertelediğimiz bazı seyahatleri yapar, hobilerimize daha çok vakit ayırırız. Hayır, gülümsemeyin; ben yine de ümitvarım.

3-Sherlock’un 4. Sezonu

Efendim, malum Sherlock’un yeni bir sezonunun yayımlanması güneş tutulması gibi yeryüzünde nadir görülen, merak uyandıran ve bazılarınca sabırsızlıkla beklenilen bir olay. Dizinin 3. sezonu 2014’te yayımlandı. 4. sezonun 2016 kışında yayımlanmasını beklerken ara bir yıl daha uzatıldı ve 4. sezon 2017 kışına alındı. 

3 yıl sonra Sherlock’un yeni bir bölümünü izleyecek olmak bize bu zor senemizde güç veriyor. İzleyeceğimiz 3 bölüm ve sonrası tekrar yıllar sürecek bir ayrılık ancak biliyoruz ki 2017’nin Sherlock’lu bir yıl olacak.

-Sherlock demişken harika bir sherlock parodisini de hemen şuraya iliştirelim.-




11 Eylül 2016 Pazar

Şarkılar Güzelse Hala

Yaz bitimleri hep hüzünlüdür. Bir dönem kapanır. Denizin hafif dalgasına, yakamozuna, yaz gecelerinin tuhaf sarhoşluğuna elveda denir. İnsanlar bahçelerden, balkonlardan evlere döner, maceralar sona erer. Yazın son günlerinde yağmurlu ve bulutlu bir gün yaşanır. Sonra güneş açsa da bir daha ilk yaz gibi olmaz, sonbahar kapıyı tıklatmıştır. Tabiat ölmeye başlar, eylül hep hüznü ile gelir. 

İtiraf etmeliyim ki dünya pek de iyimserlere ve romantiklere göre bir yer değil ve kabul etmek gerek bazı gerçeklerin karşında en iyimser kalpler bile duramaz. "Herşey olacağına varıyor” gibi teslimiyetçi bir sözle doldurmak istiyorum içimin tüm duvarlarını. 

Yine de böyle zamanlarda bizi içine çeken karamsar kuyuya kaptırmamak için kendimizi, dış dünyadan bir şeylere tutunmamız gerekir. Küçük ve güzel şeylere, hayatın güzel ayrıntılarına. Bu ayrıntılardan biri de şarkılar.

 İlhami Algör şöyle diyor Müzeyyen’de: 

“Bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan… Kışlanın önüne redif sesi ile başla, Çanakkale içinde vurul, az zamanda çok işler başar, açık alınla on yılda çık, araya bir fokstrot, bir yurttan sesler korosu koy, Şişli’de bir apartmana takıl, yârin İstanbul’u mesken tutsun, görsün güzelleri seni unutsun, gurbet elde bir hal gelsin başına, ‘Yaşa! Var ol!’ muhabbetiyle Harbiye önlerinden geç, deniz ve mehtap sorsunlar seni, mani olsun halini takrire hicabın, Kalamış’ta huzur ara, havanı al, ak güvercinler uçur, Gemerek’ten dön gel, sararsın rengi ruhsarın, kolbaşının kıratını şahlandır, geç arı, kovan, petek muhabbetine, sarı çiğdeme sor, bir de Nataşa patlat. Meraklısı varsa, araya Elvis, Bitıls atsın, mevzuyu renklendirsin isterse. 

Hayatımız müzikaldi ya da bana bana öyle geliyordu. Müzik satsak köşe olurduk.” 

Ben de şarkılara onun kadar inanıyorum. Özellikle de iyileştirici güçlerine inanıyorum. Bu ülkede yaşamayı seviyorum ve bu şehirde. Bu ülkenin, bu şehrin şarkılarının anlattıklarını seviyorum. Bu kültürün içinde doğmuş olmayı, ana dilimin Türkçe oluşunu, hayatımın fonunda bu şarkıların çalmasını seviyorum. 

Yalnızca Türkçe şarkılar da değil. Dinlediğimiz her tür müziğin üzerimizde müthiş bir etki gücü var. Ne vakit hüzünlü bir şarkı dinlesem istemsiz olarak hüznüne ortak oluyorum. Mutlu bir melodi daha da döndürüyor başımı.

Şarkıların üzerimde bu denli güçlü bir etki sahibi olmasının müsebbibi ise sanırım radyo. Çocukken teypten dinlediğim radyo tiyatroları, lisede her gece uyumadan önce dinlediğim eski şarkılar kuşağı, üniversitede ise ev arkadaşım demek radyo benim için. Bunun getirisi ise aklıma kazınmış yüzlerce şarkı sözü oluyor. 

Hayalimdeki mesleklerden biri de radyo programcılığıydı. Gecenin bir yarısı odasının sessizliğinde beni dinleyenlerle eski ve güzel şarkılar paylaşmak isterdim. Eskiden bir radyo programı vardı. Her bölümün bir kelimesi olurdu. Bölüm boyunca içinde o kelimenin geçtiği şarkılar çalarlardı. O programı hazırlayan radyoculardan biri olmak isterdim. Kelimeyi, sonra da o kelimenin geçtiği şarkıları derleyen radyo programcısı. Bu sanki o şarkılar arasındaki görünmez bir bağı fark etmek gibi. Sanki onları bu koca evrende birbirine bağlayan bir zincir varmış da onu yakalamışsın gibi.


Bu gece de böyle özel bir bağa ihtiyacımız var. Bizi çağıran hüzün kuyularından uzaklaşıp hayata tutunmak için ve yeniden baharın geleceği ümidi içimizde yeşil kalsın diye içinde çiçek ismi geçen şarkıları dinleyelim:

1-MFÖ - Sarı Laleler (2006)
*Sen olmasan buralara gelemezdim ben 
Sevemezdim bu şehri anlamazdım dilinden
Nasıl bir sevdaysa bu karşı koyamam
Dayanamam kıskanırım seni paylaşamam
Satırlar uçar gider aklımdan 
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından

2-Yaşar - Cezayir Menekşesi (1996)
*Yine kar yağıyor sokaklara 
Sana yar yol bulamıyorum
Dinlenmiyor şu gönlümün kavuşmak endişesi
Gözlerin cezayir menekşesi
Dağda bir avcı kulübesi kadar mahsurum
Sana mecburum
Senin sesin melek sesi 
Ve gözlerin cezayir menekşesi

3-Levent Yüksel - Medcezir (1993)
*Dökülür yediverenler teninden rengarenk
Açarsın mevsimli mevsimsiz birtanem
Değişir kokun, ısınır kanın, beni yakarsın
Vazgeçilir gibi değil bu medcezirler…

4-Sezen Aksu - Güllerim Soldu (1991)
*Güllerim soldu kaldırımlarda
Gonca yüklü dallarıma ayaz vurdu
Demlerim oldu son akşamlarda 
Bir nefeslik duraklarda çiçek açtım

5-Koliva - Kara Sevda (2013)
*Güneş doğar meşeden de yar geliyor köşeden
Rengini gülden almış kokusu menekşeden
Dua eyle sevduğum da kuş olup da uçalum
Sevdalum he de he de da var buradan kaçalum

6-Kalben (2016) - Haydi Söyle (1994)
*Seni gördüğüm zaman dilim neden tutulur
Seni gördüğüm zaman güller elimde kurur
Seni gördüğüm zaman hayat sanki son bulur
Gözlerine bakınca dünyalar benim olur

7-Barış Manço - Aynalı Kemer (1997)
*Sabah yeli ılgıt ılgıt eserken seher vakti bir güzele vuruldum
Al dudakta inci dişi, bu dünyada yok bir eşi
Seher vakti bir güzele vuruldum
Mor menekşe nergis dizmiş boynuna
Kuşluk vakti aldı beni koynuna
Cıvıldaşır dudu kuşu, sanki bülbülün ötüşü
Seher vakti bir güzele vuruldum
Akşam oldu gün kavuştu sessizce
Dedi güzel ayrılık vardır bize
Uzakta bir baykuş öttü,
Gül bahçemde diken bitti
Seher vakti bir güzele vuruldum

8-Teoman - Papatya (1996)
*Oh papatya
Son bir defa bana bak
Seninle kim kalacak 
Işıklar kapanınca, benden çok uzakta

Zaman mi değişti, yoksa ben mi?
Geride kaldı o günler
Aklım belli karışmış, yüzümde gölgeler
Senin için saklayıp sana getirip anlattığım herşey
Artık çok boş geliyor, yalan tüm kelimeler

9-MFÖ - Asabiyim (1995)
*Gülmüyor yüzüm, hayat zor oldu
Güller susuz kurudu soldu
Eskidim belki gönül yoruldu
Aşık oldum soru soruldu
Affet beni, kırdım istemeden
Yüreğim yanar
Mazeretim var asabiyim ben

10-Sezen Aksu - Sardunyalar (1995)
*Ah o yazlık sinemalar, kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar, avluda elyazmaları
Ah ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik

Olmazsa olmaz: Yaşar - Şarkılar Güzelse Hala (1999)
*Şarkılar güzelse hala 
Hala sarıysa mimozalar
Onu unutamadığım içindir

Şarkılar güzel, mimozalar sarı oldukça hep romantik ve iyimser kalmak ümidiyle efendim :)