Hatırladığım ilk ramazanlar kış ramazanları.
Hatırladığım en güzel iftarlar; soğuk kış akşamları okuldan çıkıp sokak lambalarının aydınlattığı yalnız sokaklarda aheste aheste yürüyerek eve vardığım, geniş ailemi masamızın etrafında toplanmış bulduğum okul üniformamı çıkarmadan oturduğum sofralarda yaptığım iftarlar.
Sonra, nasıl oldu anlamadım ne üniformam kaldı, ne de soğuk akşamlarda eve döndüğümde masa başında beni bekleyen geniş ailem. Birdenbire yaz ramazanlarında bulduk kendimizi. Yaz ramazanları benim için biraz da gurbet demekti. Hep uzakta geçtiler. Türkiye’de, İstanbul’da yaz ramazanı nasıl oluyor ilk defa bu yıl şahit oldum.
Şüphesiz ki ben yaz insanı değilim. İlkbahar gibi serin, mutedil vakitlerin çocuğuyum. Ancak bu sene anladım ki yazın ramazan bambaşka bir şeymiş. Ramazan; bir şehre, bir mevsime, bir mevsimin gecesine ancak bu kadar yakışırmış.
“Ya hu ne diyorsun, kaç yıl oldu yazın ramazan yapalı, senin olduğun yerlere ramazan gelmiyor muydu?” demeyin. Ben Türk Ramazan’ından bahsediyorum. Evet, başka memleketlerde de ramazan geliyordu, hatta oralarda insanlar, Türkiye’dekilere oranla daha fazla oruç tutuluyordu. O zamanlarda da düşündüm “yaz gecesi ne kadar yakışıyormuş ramazana” diye ama Türk ramazanları başka.
Her milletin bir dini yorumlayış şekli var. Bir ezan var, tek bir Kur’an var, her millet aynı namazı kılıyor ancak her birinin ezgisi, tonu, duygusu, belki bunlara yükledikleri anlamlar farklı farklı. İslam insanlara bu yorum imkanını tanıyan bir din. Bu yorumlara sahne olacak alanları açık bırakan bir din. İslam her coğrafyada, her millette güzel.
Toplumda bazı dini uygulamaların içi boşaltılıyor, bazı uygulamalar kalkabiliyor mesela kişi oruç tutmuyor, beş vakit namaz kılmıyor ancak ramazanda oruç tutulmasa da tüm aile iftar vakti sofrada yerini alıyor ya da normal vakitte namaz kılmayan kişi ramazanda camiiye teravihe gelebiliyor. Geleneği değiştirmek çoğu zaman dini uygulamayı kaldırmaktan daha zor olabiliyor. İşte biraz da bu yüzden İslam din ile geleneğin harmanlanmasını talep ediyor.
Türklerin dini anlayışlarında ve yaşayışlarında ilk fark edilen, diğer milletlerden ayrılan nokta: Estetik. Ancak zirve bir medeniyetin mahsülü olabilecek bir estetik algısı var. Bunu mimarisinde, yazısında, kıraatinde, yaşayış tarzında, geleneğinde, adabında ayan beyan görürüz.
Mimaride mekanda vahdet emelinin peşinden koşmuş, yüksek kubbelerle, altın oranlarla, şehre silüetini veren görkemli yapılarla estetik zevkini ortaya koymuş. Bu kubbelerin altını nice özenli işlerle, yalnızca müslümanlara özgü sanatlarla süslemiş, yazısını zirveye taşımış. Ezanın makamında, Kur’anın kıraatinde, namazını kılış şeklinde, kandillerinde hep kendi estetiğinin izini sürmüş.
Türklerin dini anlayışlarında dikkat çeken bir diğer önemli nokta da: Cemaat. Cemaat kavramı hiç şüphesiz tüm dinler için önemli. Ancak zannımca Türk toplumunda dinin cemaat içinde yaşanması ve bu cemaatin tek bir vücud oluşunun anlamı çok büyük.
Mesela; Türklerin ekserisi Hanefi mezheptir. Bunun getirisi olarak camiide cemaat tek tip namaz kılar. Misal birlikte tekbir alır, birlikte selam verir. Bunun tek vücud olmakla çok ilgisi vardır. Herhangi bir Arap memleketinde namaz kıldığınızda aynı imamın arkasında namaz kılan cemaatte ufak detayların insanları farklılaştırdığını görürsünüz, eller farklı aralıklarla kalkar-iner, usul-erkan farklılaşır, selamlar aynı anda verilmez. Bu, o tek vücud olma duygusunu ne yazık ki elimizden alan bir şeydir. Oysa Türkiye’de ekseri cemaat imamın arkasındaki tek bir vücud gibidir. Tabii farklılıkların İslam’da yeri var dedik. Maksadımız mezhep taassubu değil ancak tek vücud olmanın getirdiği hissiyatı anlatmaktır efendim.
Şimdi dikkat çektiğimiz bu iki prensip ışığında gelin Türk Ramazan’ına bakalım. Türk Ramazan’ı; Geceleri şehrinde ayrı bir bayram havası, hareketlilik olan, mahyaların avlularını aydınlattığı, sokaklarında iftar yapılan, gece yarılarına kadar teravih kılınan, kimselerin uyumadığı, Üsküdar gibi güzel ramazanlardır.
Tüm bu ritüeller bir cemaatle yapılır. Caddeler boyu sofralar kurulur, sokaklara masalar atılır, tüm gece insanlar evlerine girmeden beraber yaşarlar ramazanı, camileri doldurur omuz omuza namaz kılarlar, birlikte dağılırlar camiden, gece yarısı güven içinde evlerine dönerler. Gece tüm komşuların camı açıktır, davulun sesi tüm evleri doldurur, herkes aynı nedenle ayaklanmıştır. Bu cemaat oluşun, “bir” oluşun sokaklara dökülmeye en müsait olduğu vakitler gecelerdir.
Bir kaç ay önce bir kitap okudum: Geceleyin Dersaadet (Bekir Ayvazoğlu). Geceyi seven bir adamdan, geceyi anlatan, gecelere methiyeler düzen bir kitap; özellikle de İstanbul gecesine. Şehrin henüz ışıklandırılmadığı zamanlardan bahseder. Gece olunca müslüman şehirlerinde hayat biter. Ancak ramazanlar istisnadır. O vakit halk geceleri sokaklara dökülür, ramazan eğlencelerine katılır. Yani o zaman dahi ramazanın geceyle ile bir ilgisi vardır.
Romantiklerin -ve de karamsarların- bir özelliği de geceye olan aşklarıdır. Bu kitap da beni ismiyle kendisine çekmişti. İçinde geceye dair çokça güzel pasaj vardır:
“Gündüz ne kadar çiğ ve keskin başlar, ne kadar kamaştırıcı ve ruhaniyetsizdir! Gece ise bizi itina ile, ağır ağır, sinesine sarar sarmalar, ruha uhreviyetle dolar. Gece olunca kendi benliğimizle karşı karşıya kaldığımızı görürüz; gündüzün herşey yalancı bir ışık oyunuydu; ziya bolluğundan görüyoruz zannederek koşuşan körler, sersemlerdik. Oh işte gece oluyor, gözlerimizi loşluk okşamaya başladı, gönlümüze karanlığın ruhu indi, kendimize gelir, kendimizi bulur gibi oluyoruz. Artık neşemiz hakiki neşe, derdimiz hakiki derttir. Güneşin hokkabazlığı bunları tağşiş edemez.
Hem geceler ahlakımızın asıl mimarlarıdır. İyiler geceleyin daha iyi olur, fenalar daha fena. İnsan vicdanının şulesini ve dimağının fosforunu ancak gecelerin karanlığı içinde görebiliyor.
Tebessüm ve gözyaşı kahkaha ve feryat bunlar geceye daha ziyade uyuyor. Matem ve ahenk gecelerin yakışığıdır… Medeniyet bile geceleyin daha mahsus… Bütün büyük eserler, hatta insanlar bile ekseriyetle gecelerin mahsülüdür.
Geceyi kaldır, daima güneşli bir dünya ne kadar can sıkıcı ve kaba olurdu.”
Gece her daim daha mistiktir, insan kendiyle başbaşa kalır. Bazen derdiyle, bazen neşesiyle, sevdiğiyle ya da sevdiğinin hayaliyle başbaşa kalır, gece. Ancak gece de mevsimden mevsime mahiyet değiştirir. Kış geceleri, evin sıcağına saklanılan, uzun yalnızlıkların, uzun uykuların gecesidir. Yaz geceleri mutlu gecelerdir. Akasyaların altında, balkonlarda geçirilen, yıldızlara bakılan gecelerdir, birlikte olunan gecelerdir.
Ramazan ise bizim kutsalımızdır, mistiktir, onun ayrı bir ruhaniyeti, ayrı bir atmosferi vardır. Gelir sımsıkı sarar etrafımızı. Sanki bir ay değil de kendi başına bir varlık gibidir. Aynı zamanda bahsettiğimiz gibi cemaat olduğunu en çok hissetme ayıdır da. Bu cemaat yaz gecelerinde sokağa dökülür, cemaat oluş en güzel yaz gecelerinde hissedilir. Bu nedenle de yaz, ramazana en uygun mevsim; yaz geceleri de cemaat oluşumuza en uygun gecelerdir.
Üsküdar’da, Yeni Valide’nin vakur yapısı altında, firuze mihrabın karşısında, Rahman suresi ile kılınan teravih, bu kubbe altında çınlayan ayetler, ilahiler, kasideler… İnsan her seferinde bu medeniyete hayran olmaktan kendini alamaz.
Bir ramazan daha geçip gidiyor… Yılın en mutlu zamanları sona ermek üzere…
Rabbim bu ümmetin, müslüman şehirlerin ramazanını ayaklar altında çiğnetme.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder