31 Temmuz 2016 Pazar

Tarihe Tanıklık Ederken...


Milletlerin tarihinde bazı kırılma noktaları, özel tarihleri vardır ki hiç unutulmazlar. Yaşadığımız dönem itibari ile önemli bir sürece tanıklık etsek de, hiç 15 Temmuz gecesi gibi büyük bir kırılma noktasını yaşamamıştık. Yaşamadıklarımız bize o günleri haber verenlerden duyduğumuz birer masal gibiydi. İlk kez büyük bir tarihe tanıklık ettik. Temennim odur ki bu milletin bundan sonra tanıklık ettiği tüm olaylar onu iyiye taşıyan kırılmalar olsun. 

15 Temmuz bu milletin hafızasından hiç silinmeyecek bir tarih olarak kalacak şüphesiz, yıllar sonra da merak eden biri, saat saat gecenin her ayrıntısını okuyabilecek, hatta belki bizden daha fazlasını öğrenecek o gece yaşananlar hakkında. Ancak yine de yaşayanlardan dinlemek isteyecek olayları. 

İş bu yazı da 15 temmuz gecesi yaşananların beyanı mesabesindedir. -yalnızca bazı notlar-

14 Temmuz’da, döndüğümde; İstanbul, yine aynı şehirdi. İnsanlar aynı sorunları, tasaları, uzun ve kısa emelleri ile şehrin sokaklarında koşuşturuyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden bu oyundaki rolüme dönüp, koşuşturmacanın ucundan tuttum. 

15 Temmuz Cuma sakin bir yaz gecesiydi. Telefonum çaldı. Arayan annem. Daha biraz önce konuşmuştuk “Bir şey söyleyecekti unuttu herhalde” düşüncesiyle telefonu açtım. Sesi biraz öncekinin aksine endişeli geliyordu. “Asker darbe yapmış diyorlar orada bir şey var mı?” 

Asker? Darbe? 
Darbe de ne demekti? Bu öyle olağanüstü bir durum ki insan o an doğru düşünemiyor. Darbe demek başka bir dünya demek, bambaşka bir düzen demek, herşeyin kesintiye uğraması, herşeyin bitmesi demek. Oysa o an pencereden bakıyorum ve dünya aynı dünya. Gökyüzü, sokaklar hepsi aynı. Karşıdan vapurlar geçiyor, gökte kuşlar uçuyor. 

Hemen internete giriyorum ve bunu başarabildiğime seviniyorum. İnternete girebiliyorsak demek ki ortada darbe falan yok. Ancak haberler yalanlıyor bu durumu. Tam o sırada başbakan çıkıp “Bu bir girişimdir” diyor, “İzin vermeyeceğiz.” Ancak bu ses çok hüzünlü geliyor kulağıma. Eyvah diyorum sonunda oldu galiba, bitti gerçekten. 

Bir anda memleketin elden gidiyor. Dininin son kalesi. Herşey gözlerinin önünden geçiyor. Müslümanlar, başörtüsü, uğruna savaştığımız herşey, bugün başladığımız yere döndük. O sırada whatsap’ta, sosyal medyada İstanbul’un dört bir yanından herkes yeni bir haber paylaşıyor. “Burada da askerler var, silah sesleri geliyor, tanklar çıktı…” Herşey bir kabus gibi. Hala inanmak istemiyorum. 

Haberin doğruluğunu anlar anlamaz eminim her müslüman önce gidip abdestini almıştır. Kur’an ve seccade. Çünkü yüzünü dönecek başka bir yer yok. Vatanı ve ümmeti koruyacak başka kimse yok. 

Evde tek başımayım ama Üsküdar hala sakin. Yalnız sokaktaki insanlardan darbe mi diye şaşkınlık nidaları yükseliyor. Evde televizyon yok. Ama yaz gecesi. Tüm İstanbul’un camları açık. Bildiri okunuyor. “TSK yönetime el koymuştur.” O sesteki korku. Rabbim bir daha yaşatmasın.
Herkes şokta. Çünkü herşey olmuş, bitmiş, gerçekleşmiş gibi. Yaşadıklarımız bir rüyaydı ve uyanmışız gibi. Gerçek kabusumuza gözlerimizi açmışız gibi.
Üsküdarda da herşey normal olmaktan çıkıyor. Semada savaş uçakları dolaşıyor. Gecenin kelimesi: Dehşet. 

Erdoğanın sesini duyduğumuz dakikalar. Yine sokaktan geliyor sesi. Çıt çıkmadan herkes onu dinliyor. Tüm mahalle sessiz. Benim içimden geçenler şunlar: “Sanırım bu sondu. Son kez onu böyle konuşurken duyuyoruz. Bir daha olmayacak.” Ve sanırım gecenin en zor anı da buydu. 

Tek bir cümle seçebildim. “Milletimi meydanlara davet ediyorum.” O dakikadan sonra tüm Türkiye meydanlara aktı. Kadın, erkek, yaşlı, genç, ırk, mezhep gözetmeksizin her şehirde meydanları doldurdular. Darbeyi engelleyenler de onlar oldular. Havaalanlarını, ele geçirilen kanalları kurtardılar. Şehit oldular, gazi oldular. Büyük bir korkusuzlukla imanlarından başka hiçbir silahları olmadan savaştılar. 

En büyük felaketimiz bölünmüşlüğümüzdü. Bu kadar kutuplaşmış bir milletin böyle tek yürek tek bilek olması Allahu Ekber nidalarıyla ellerinde bayrakları ile bir anda meydanlara koşmaları ya Rabbi ne azim şey. Bu insanlar mitinge gitmiyorlar ölmeye gidiyorlar. Tanklı tüfekli askerlere karşı koyuyorlar. Kendi askeri kendisine silah doğrultuyor. O da daha bir kaç saat önce evinde ailesi ile otururken belki yatmaya hazırlanırken bir anda sokağa çıkıp memleketini kurtarıyor. Hemde bunu yaparken tepesinde kendi malı olan, Türk Devletinin F16’ları uçuyor. İstanbul savaş alanı gibi, her yerde çatışma haberleri, teşebbüsler, onları durdurmaya çalışan halk, şehit düşenler, silah sesleri, patlama sesleri, arkalarında dua ordusu. “Allah’ım onlara sabahı gösterme.”

Gecenin bir yarısı minarelerden ezanlar yükseliyor ardından selalar. Her camiden bildiriler okunuyor. Selalar tüm gece susmuyor. Bir camide bitiyor diğerinde başlıyor. Onlar ne mübarek şeyler ya Rabbi. İçimizi yıkıyorlar sanki. Kalbimizi temizliyorlar.

İlk akla gelen yeniçeri ocağının kaldırılışı. Yeniçeriler artık öyle bir hal almışlar ki devletin dirliğini milletin güvenliğini tehdit eder olmuşlar. Ancak öyle de asiler ki bu ocağı feshettik demekle dağıtamazsınız onları. Saraydan Sancak-ı Şerif çıkarılıyor. Tüm İstanbulda ezanlar, selalar okunuyor. Tüm halk sancakı şerifin altında toplanmaya ve yeniçerilere karşı örgütlenmeye çağrılıyor. İstanbulda deyim yerindeyse bir seferberlik yaşanıyor. 

Bu halk Kurtuluş Savaşı’nda kendi milletinden olmayanla savaştı, onun karşısında sancağının etrafında toplandı ama böylesi çok acı. Düşmanın da senin dilini konuştuğunda, senin dinine inandığında, senin silahınla seni şehit etmeye kalktığında bunun acısının tarifi yok.

Çok şükür ki daha gün ışımadan güzel haberler geldi. Darbeciler büyük oranda püskürtüldü. Ancak son kozlarını da oynadılar. Gece 3’ten sonra evlerin tepelerinde uçarak son kez de olsa halkı dağıtmaya çalıştılar. Ancak tüm bunlar artık kamikaze saldırılardı. Günün ilk ışıklarıyla onlarca insanı şehit ettikten sonra köprüdeki askerler de teslim oldular. 

15-16 Temmuz bu neslin gördüğü en uzun geceydi. Bu milletin yazdığı en son destandı.


Sonra ne mi oldu? Sonra, daha çok vapura binmeye başladım. Daha çok yürüdüm. Daha çok baktım, daha çok düşündüm. 

Her sabah günün ilk ışıkları ile, her akşam güneşin batışı ile şehri izledim. Her vakit ezanları dinledim. İnsanların yüzlerine baktım. Denize baktım. 

Şükrettim. Nefes aldığımız her saniye şükretmemiz gerektiğini düşündüm. Ama bu kez kategorize edemedim. 

3 kategori : Müslümanlar, kafirler ve münafıklar. 

Müslüman ülkeleri düşünüyorum tek tek. Halk ya hunharca katlediliyor ya da düşmanı olduğu bir yönetimin eli altında zulüm içinde yaşıyorlar ki onlar şanslı azınlıklar. 

Müslümanlar öldürülüyor. Evet, yanıbaşımızda. Bizim bir gece katlanamadığımızı her gece yaşıyorlar. Her akşam evimize servis ediliyor görüntüleri. Ama dur diyemiyoruz.

Diğer yandan daha Mısır'da olanlar yeni, anılarımız taze. İnsanlar meydanlarda şehit oldular. Liderleri terörist ilan edildi ve ellerinden alındı. Şimdi dinlerine düşman bir asker ülkelerini yönetiyor.

Müslüman ülkeleri bu iki acı kategoriye bölebiliyorum. İkisinin nedeni de temelde aynı. Halkın kendi içinde bölünmesi. Müslüman olmayan kategorilerin körüklediği iç savaş.

Bir de bizi düşünüyorum. En büyük sorunumuz birbirimizi sevmemek zannederdim. Kalplerden şüphem vardı. Ama o gece gösterdi ki bu millet hala bayrağı altında toplanabiliyor, hala meydanda tekbir getiriyor. Abdestini alıp sokağa, ölmeye koşuyor.Topa, tüfeğe, tanka karşı göğsünü siper ediyor. İslamın son kalesi olarak kalmış vatanını müdafaa ediyor.

Tüm bunların tek bir manası var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. Kalbimize imanını koyuyor, planları tersine çeviriyor, duamıza icabet ediyor.

Hala kendi vatanımızda yaşıyoruz, vatanımızda dinimizi yaşayabiliyoruz, her vakit ezanlarımızı dinliyoruz, atalarımızın bize bıraktığı camiilerimiz hala bizim, kendi tarihimiz içinde yaşayıp, kendi dilimizi konuşabiliyoruz. 

Dünyada bu nimetlere sahip o kadar az müslüman var ki gereken şükrü eda etmekten, gerektiği gibi yaşamaktan fersah fersah uzağız. Yine de emin olduğum bir şey var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder