24 Kasım 2015 Salı

ÜSKÜDAR'DA YAŞAMAK vol.3 : VALİDE-İ CEDİD CAMİİ

Uzuuun bir aradan sonra bir yerlere gitmeye, fotoğraflar çekmeye, yazmaya vaktimiz oldu. Anlaşılacağı üzere sınavlarımız bitti. O halde Üsküdar’ı yaşamaya ve anlatmaya devam edebiliriz.

  Üsküdar’ın dünyanın en güzel köşesi olduğuna kanaat getiren tüm faniler gibi benim de Üsküdar’da meftunu olduğum, Üsküdar’ın güzelliğine güzellik katan iki camii var. Bunların biri Mihrimah Sultan Camii diğeri ise Yeni Valide Camii. Bu iki camii Üsküdar denilince akla gelen çifte ezanların da sahibi aynı zamanda. Müezzinlerinin karşılıklı okudukları ezanla tüm Üsküdar’ı huzura çağıran camiiler...

Yeni Valide Camii 1711’de 3. Ahmet’in valideleri Gülnuş Emetullah Hatun tarafından yaptırılmıştır. Camii’nin mimari Lale Devri’nin başmimarı Kayserili Mehmet Ağa’dır. Camii’nin yapımı yaklaşık 3 yıl sürmüş. Klasik Osmanlı mimarisinin son eserlerinden biri. Valide Gülnuş Hatun’un naaşı da burada medfun bulunmakta. 

Burası aynı zamanda benim İstanbul’da en sevdiğim camii. Evime çok yakın olduğundan ve son restorasyondan sonra kadınların genelde dışarıdaki bölümü kullanmaları sebebiyle de benim en çok tercih ettiğim ders çalışma mekanlarından biri. Pek çok ödevimde kendisinin imzası var demek yanlış olmaz.

Mihrimah Sultan Camii’nin restorasyonu bittikten sonra restorasyona alındığında Mihrimah gibi uzun yıllar kapalı kalacağını düşünüp oldukça dertlenmiştim ama birkaç sonra ay sonra yaz başında yeniden ibadete açıldı. Mihrimah’taki hayal kırıklığından sonra korktuğumuz başımıza gelmedi ve camiimiz başarılı bir şekilde, eski haline uygun bir restorasyona uğramıştı. Özellikle iyice eskimiş olan köşkünün yeniden yapılması ile de sanki camii ilk inşa edildiği yıllara döndü.

Nasıl ki Üsküdar denilince insanların aklına ilk gelen simgelerden biri Kız Kulesi ise benim içinde bu simge Yeni Valide Camii. Çünkü buranın bambaşka bir duygusu var. İnsan avlusundan girer girmez bunu hissediyor. Bilmem nasıl anlatmalı. 

Camii’nin bir dış bir de iç avlusu var. Camii’ye beş ayrı kapıdan girmek mümkün. Yıllar önce camiiye ilk kez Hakimiyet-i Milliye tarafındaki, avlunun arka tarafına çıkan kapıdan girmiştim. O kısacık beyaz kesme taşlardan yapılmış yol bana öyle uzun ve güzel gelmişti ki… Belki de bir çocuk duyarlılığıydı. O zaman Camii'nin büyülü olduğunu düşünmüştüm. -gerçi hala aynı fikirdeyim-. Çünkü herşey öyle beyaz ve öyle muntazamdı ki insan hayranlık duymaktan kendini alamıyordu. Hele ki çocuk gözleri ile dünyaya bakıyorsa. Her camii de bu duyguyu bulmak zor. Bu, hissedenlerden çok mekanla ilgili bir şey. En doğrusunu Allah bilir ancak insan, bu yapılan hayratın yaptıran ve yapanlardan makbul olarak kabul olunmuş olduğunu düşünmeden edemiyor.


Eğer bir camiiyi ilk kez görmeye gideceksiniz nacizane tavsiyem odur ki onu  ya günün ilk ışıkları ile ya da günün son ışıkları ile görün. Ya sabah namazından sonra keşfe  çıkın ya da akşam namazından önce. Camiiler -ve tarihi yapılar- güzelliklerini bu zaman dilimlerinde  cömertçe sergiliyorlar. Yeni Valide’nin de en güzel vakitleri bu vakitler.

Vakti zamanında günümüze hakim olan öğrenilmiş romantizmde önemli bir yer tutan "mum ışığında yemek" olgusunun aslında insanların olduklarından güzel görünmeleri ve kusurlarını saklamaları için "mum ışığında" olduğu ile ilgili bir şeyler okumuştum. Oldukça realist bir bakış açısı ancak büyük ihtimalle doğru. Çünkü bembeyaz ışıklar, aydınlık ne kadar büyü bozucu ve kusur göstericiyse, loş ve sarı ışık da bir o kadar güzel gösteren ve kusurları saklayan bir yardımcı.  Lakin bizim burada bahsettiğimiz güzellik salt bir dış güzellik değil. Yapıların ruhu olmadığı müddetçe, onları anlamlı kılan bir ruh, bir mana onlara yüklenmedikçe ne farkları var ki birbirlerinden. Burada bahsettiğimiz güzellik taşların güzelliği değil; ruhun, mananın güzelliği. Sanırım benim onları bu vakitte güzel bulmam da onların ruhuna en çok bu vakitleri yakıştırmamdan. Yoksa post-modern algıda estetik yargısı son derece subjektifken zaten bu konuyu tartışmak bile gereksiz olur.

Bir tavsiye daha Yeni Valide’ye ana kapısından yani sahile bakan kapıdan girin mümkünse. Bu da genel kural gibi bir şey. Yapıya ana kapısından, onu tam karşısından görebileceğiniz bir kapıdan girmeyi tercih edin. Bu, onların aklınızdaki fotoğrafının en güzel halleri olan asıl yüzleri olarak kalmasını sağlar.

Valide Atik ile Valide Cedid’i hep iki yoldaş gibi düşünmüşümdür yoldaş da değil de sanki iki yaren. Valide Atik daha sessiz ve mütevazidir. Daha uzun yollar katetmek gerekir ulaşmak için, daha sakindir avlusu her zaman. Ancak Valide Cedid tam şehrin ortasındadır. Tüm gün koşturan insanın karşısında kaim, güçlü durur. Bu yanıyla sanki hem bir baba sertliği hem de hep açık duran  kucağıyla anne şefkatidir. Bir de herşeye rağmen şehirden, herşeyin merkezinde olmaktan vazgeçemeyecekler kendileri ile Valide Cedid Camii özdeşleştirebilirler, her daim ona koşup gelebilirler.


Medeniyetimizin en zarif parçaları kuş evleri malum. Yeni Valide’de de büyüklü küçüklü pek çok kuş yuvası mevcut. Ancak iki tanesi var ki gerçekten görülmeye değer bir zerafet ve işçilik. Camiinin ön yüzünde sol tarafta kalan kuş evi ve arka tarafta musalla taşına bakan yüzdeki kuş evi. Gerçi insanın bunlara kuş evi demeye dili varmıyor; Kuş Sarayı.



İç avluya girdiğimizde karşımıza tarihteki en zarif şadırvanlardan biri olduğunu düşündüğüm tamamı  mermer, çok zarif bir işçilikle işlenmiş şadırvan çıkar. Eski fotoğraflarından birinde şadırvanın demirlerinden birinin yerinde pvc  gördüğümde inanamamıştım. İnsan nasıl tarihe bu kadar zulmedebilir anlamak güç. Ancak en azından şimdilik şadırvan esas hali ile iç avlunun ortasında misafirlerini karşılamayı sürdürüyor.

Her zemin ve zamanda kendisine yer bulan, yer açan canlılık  çok ilginçtir ki bitkilerde ve hayvanlarda olunca hiç yadırganmıyor, hiç sırıtmıyor ancak insanlar kendi canlılıklarına yer açmaya çalıştıkça neden kendi yaptıklarını dahi yıkıyor? Neden gökdelenlerle dolduruyor şehri? Haddinden fazla mı güçlüyüz  acaba? Ama Allah haddinde verir herşeyi. O halde sorun ne? Verilmiş düşünce gücünü yeterince kullanmayışımız ya da aksi yönde kullanışımız sanırım. Bir de hırslarımız.


Neyse efendim biz şimdi Yeni Valide’nin huzurunu  bozmayalım. Camii'nin avlusundakii sadelik ve zerafet içinde de aynı şekilde devam ediyor. İnce işçilik ve göze batmayan renkler ile bezeli duvarlar bir de günün son ışıkları ile aydınlanan camii ve saf güzellik.

Genelde bu camii ziyaret edenlerden onu kasvetli bulduklarına dair yorumlar duyarsınız. Bu tesbitin bir derece doğru olduğunu söylemek mümkün. Gerçekten camiinin yoğun ve loş bir atmosferi var. İç renkleri oldukça ağır, misal olarak Valide Atik’te kullanılan maviler ona daha canlı bir hava verirken Yeni Valide de bu canlılığı sağlayacak bir öge yok. Camiinin en hareketli kısmı altın rengi kaplamaların olduğu minber ve mihrab. Ancak bunlara dahi kendi içinde bir sadelik hakim. Belki bu yüzden camii kasvetli bulmak olası ancak diğer camiilerdeki göz tırmalayan unsurlardan arınmış olması belki de onu bu denli güzel kılan. Herşey çok ölçülü, ağır ve ince.
Camiinin içini çok iyi anlatan fotoğraflarım yok çünkü burası ne fotoğraf çekenleri görmeyi sıradan karşılayacak kadar turistik ne de kimselerin dikkatini çekmeden fotoğraf çekecek kadar sakin. Hal böyle olunca erkeklere ait olan alt katta pek fazla çekim yapılamıyor. Ancak Yeni Valide’de üst katta kalıyor olmak pek de sorun değil çünkü hanımlar bölümü camiiye hakim, sessiz ve münzevi oluşu ile alt kattan daha cazip. Özellikle üst kata çıkarken kullanılan dik ve dar merdiven yine buraya pek hoş bir hava katıyor. Kim bilir bu merdivenleri kimler adımladı 1700’lerden bugüne kadar.

İnsan burada oturup 16. yüzyılda yaşayan bir Osmanlı vatandaşı olduğu bir takım maceralar kurgulamıyor değil. Gerçi bu camii 18. yüzyılın başlarında inşaa edilmiş lakin zararı yok ne de olsa hayal bu.

Tabii insanlar yalnız hayal kurmuyor. Hayaller ve ötesi gerçek olsun diye bifiil çalışanlar  da camiide çokça mevcut. Dünyanın bazı insanların yüzü suyu hürmetine döndüğüne inanıyorum.  Genelde onlara bunu söyleyemiyorum ancak iyi ki varlar. Onlar sayesinde bu dünyada hala iyilikler ve güzellikler var olabiliyorlar



Dünyadaki herşey oluş ve bozuluşa tabii
olduğundan her vaktin de bir sonu var. Ancak bu bozuluş değil oluş kısmına girer bana kalsa. En güzel geçişler vakitler arasında yaşanıyor dünyada. Hele ki söz konusu ikindiden akşama geçişse. Şehirlerin en güzel vakitleri bu ikisidir. Herşeye karanlık çöker, herşey susar ve yalnız ışıklar konuşur. Bu vakitlerde güzeldir Üsküdar’dan karşı kıyıya bakmak, hatta büyüleyici. Ve bu vakitlerde güzeldir asıl, şehrin sokaklarında dolaşmak. Yeni Valide de bu vakitlerde çok güzel. Mihrimah’la ikisi sanki Üsküdar’da oturan iki sultan gibiler. Öyle zarif ve güzeller. Bunu bozmaya insanların bile gücü yetmemiş daha ne olsun.





15 Kasım 2015 Pazar

Bir Garip Sınav Mağduru ve Pek Faideli Ders Notları

“Beni bu güzel havalar mahvetti” diyor ya Orhan Veli görüyor ve arttırıyorum “beni bu güzel havalarla sınav haftaları mahvetti”. Gönülden bağlı olduğum Murphy kanunları yine beni yanıltmadı ve sınav haftamız yine yeni yeniden harika güneşli havalara denk geldi ancak iki haftadır derslerimi toparlamaya çalışmaktan olsa gerek klavyemden ders notu harici bir şey çıkmaz oldu. 

Ders çalışmak temalı fotoğrafımızdan da anlaşılacağı üzere ders çalışmamak için son mukavemet anlarındayız. -Gerçi fotoğraf da ders çalışmak temasından çok kahve içme temalı ama- Neyse efendim benim buraya asıl geliş amacım yazılacakları bir hafta sonrasına ertelemiş olsam da yarınki imtihanımıza çalışırken okuma fırsatı bulduğum notlarım oldu ki kendilerini burada da paylaşmak istedim.

Bize böyle sosyoloji anlatan hocalarımızı ve hocalarımızı bize getiren okulumuzu sevmemek ne mümkün!
Nice kitaplı, sınavlı, kahveli haftalara…







“MEDENİYET KIRILMASI

İslam medeniyetinin inşasında asli rolü üstlenen üç zümre vardır:
-Alimler
-Veliler ve Sanatçılar
-Emirler (devlet adamları)

Medeniyetleri inşa edenler o medeniyetlerin seçkinleridir. Hatta medeniyetleri seçkin zümreleri ile ayırt edebilirsiniz.
Misal: Batı medeniyet havzasında 12-15 yaşlarında çocuklara Dante’yi Da Vinci’yi vs sorun bu kişilere ne kadar yakın ne kadar uzaklar? Bizim medeniyetimizde bizim çocuklarımıza Mimar Sinan’ı, Farabi’yi sorun. Her medeniyet kendi seçkinlerine karşı bir yakınlık hisseder.
Her medeniyet o medeniyet havzası içinde kültürel farkları aşan ve hepsine hitap eden bir seçkinler zümresi tarafından üretiliyor. O havzada herkes o seçkinlere yakınlık hissediyor.

İslam medeniyetinde de bu seçkinler zümresini yukarıdaki üç grup oluşturur. İslam medeniyetini inşa eden ruh temelde Kur’an ve sünnetti ve bunun temelindeki harcı şekillendiren  Peygamberimiz’di. Zaten bu üç zümre de onun 3 misyonuna denk gelir. Hz. Peygamber şahsında bu üç vazifeyi birleştirmiştir. Bu üç vazifeyi şöyle sıralayabiliriz:
1- Söz ve davranışları ile vahyi öğretmek ve açmak—>Alimler Zümresi
2- Bu dini öğretebilmek, kalpleri ısındırabilmek, insanları bu inanç etrafına toplamak, cezb’ul kulub —> Veliler ve Sanatçılar Zümresi
3- İslam devletinin temellerini atmak—> Emirler Zümresi

Bu üç vazifenin tümünü, dört halifeden sonra üstlenebilen başka bir insanın gelmediği kabul edilir. Bu dört isme ancak Ömer bin Abdülaziz’i ekleyebiliriz. 
İslam medeniyetinin üç seçkin zümresi Peygamberimizin bu üç vazifeyi üstlendi. İslam medeniyeti bu üç zümre ile şekillendi.

Bu üç zümrenin sağlıklı ilişkisi alimlerin tasavvuftan nasibinin olması, velilerin ilimle bağını koparmaması, devlet adamlarının da bu iki zümreyi el üstünde tutması iledir. İslam medeniyetindeki tüm müsbet durumlar bu üç zümre arasıdaki sağlıklı ilişki neticesinde ortaya çıkmıştır. Bütün menfi durumları incelersek de bu üç zümre arasındaki kopukluklara ulaşırız.

Sanatçılar ile velilerle aynı zümrenin içinde yer alırlar çünkü ruh mayaları aynı mayadır. Gönül dünyası zengin olan kimse Halık’a yöneldiği zaman tasavvuf, mahluka yöneldiği zaman sanat ortaya çıkar.

1400 yıllık hikayede bu hikaye tarih içerisinde üç büyük meydan okuma ile karşılaştı:

—>Birinci meydan okuma Yunan Medeniyeti’nin meydan okumasıydı. 
Müslümanlar bir imparatorluk kurdular dünyaya açıldılar ve bir medeniyet birikimi ile karşılaştılar. Bu birikimi alarak kendi dillerine tercüme ettiler. Kendi dinleri ile uyuşmayan noktaları İslamlaştırmaya çalıştılar. -İbn Sina’yı, Farabi’yi bu faaliyette bulunan zümreden kabul edelim. Bu İslamlaştırma çalışmasında kusurları gidermeye çalışan bir İslam alimi olarak Gazzali’yi görelim.- Böylece bu birinci meydan okumayı müslümanlar kazandı.
Niçin? Medeniyet üstünlüğü öbür taraftaydı ama siyasi ve askeri üstünlük ve psikolojik üstünlük müslümanlardaydı. Fetihler yapmışlar, imparatorluk kurmuşlar, iki büyük imparatorluğu yenmişler. Dolayısıyla gocunmadan alınması gerekeni aldılar, geliştirilmesi gerekeni geliştirdiler, atılması gerekeni attılar, dolayısıyla kazandılar.
Müslümanlar bunları alırken vahyi bozdu diyenlere: 

—>İkinci büyük meydan okuma Moğollar’ın meydan okumasıydı.
Bu kez medeniyet üstünlüğü Müslümanlardaydı. İslam medeniyetinin altın yüzyılları. Müslümanlar yenilmez denilen moğolları yendiler. Siyasi üstünlük, askeri üstünlük Moğollardaydı amazaman içinde asimile oldular,medeniyet onları eritti Müslümanlaşarak bizlere katıldılar. Dolayısıyla bu ikinci büyük meydan okumayı da Müslümanlar kazandı.

—> Üçüncü büyük meydan okuma Modernizm’in meydan okumasıydı.
17. ve 18. yy’da iki medeniyet arasında rekabetçi karşılaşmalar diyebileceğimiz karşılaşmalar oldu.18. yy’ın sonlarına doğru 19. yy’dan itibaren mağlup bir İslam dünyası ortaya çıktı. Son 2 yüzyıldır mağlup bir İslam dünyası var. Şimdi burda problem neydi? Siyasi ve askeri üstünlük onlardaydı ve bu kez medeniyet üstünlüğü de onlardaydı. Rönesans, reform, aydınlanma, endüstri devrimi ile müthiş bir birikim oluşmuş ve siyasi, askeri güç de onlara geçmişti. İşte müslümanlar burada kaybettiler. 

Uzun süreli mağlubiyetlerde mağlupların galiplere doğru yamulması sosyolojik bir kanun gibidir. Yani mağluplar galiplere doğru yamulurlar, eğilirler, bükülürler. Galipler tarihi yaparlar/yazarlar. 

Batıda Faust yazma geleneği vardır. Goethe’den önce ve sonra da Faust’lar yazılmıştır. Faust yazarlarından birisi de C. Marlow’dur. Orada Faust, Helen isimli bir güzel şöyle bir şey diyor: “Helen, beni bir kere öp ve ebedileştir.” Helen geliyor bir öpücük veriyor Faust’a ve kaçıyor. Faust diyor ki: “Helen, dudakların ruhumu emdi. Helen, geri gel ruhumu bana geri ver.”

Bizi de batı medeniyeti öptü ve busesi çok tatlıydı biz iki yüzyıldır o busenin peşindeyiz ve bu da bizim modernleşme hikayemiz. Öpülmüş bir medeniyetin çocukları olduğumuzu asla unutmayalım.

Peki ne olacak?
Ruhumuzu ne zaman geri alabileceğiz? 
İşte bu öpülme hadisesi -edebiyatçılar öpülme desinler ben bir sosyolog olarak medeniyet kırılması diyorum.- Bu öpülme hadisesi beş büyük kırılmayı içeren bir kırılmadır:

1- Tarih kırılması 
Yeninin yerleştirilmesi için eskinin karalanması. Cumhuriyet dönemi tarih kitaplarında Batı’yı sevdirebilmek için kendi tarihimizin, Osmanlı’nın kötülenmesi en büyük örnektir.

2- Dil kırılması
Dil kırılması kendi içinde iki şeyi içeriyor:
1- Latin harflerinin kabul edilmesi 
2- Öz türkçecilik adı altında nesillerin bağlantısının kesilmesi
Latin harfleri kabul edildiğinde toplumun sadece küçük bir kesimi okuryazar. Bu okuryazarlar yeni alfabeyi öğrenirse problem çözülür. Ancak öz türkçecilik dediğimiz akım bundan da beter olarak sürekli bir dilde devrim amacıyla güya öz türkçe kelimeler uydurarak hep bir neslin bir önceki nesli anlayamaz okuyamaz hale gelmesiyle oldu. Okuyamadığımız şey de bizim için yok hükmünde olduğundan nesilleri birbiri ile bağlantısı koptu. Bir neslin önceki neslin birikiminden faydalanmasını engellenmiş oldu.
Bu kırılma ile zihinler dumura uğratıldı. Çünkü düşünce faaliyetimiz ancak kelimelerimiz kadar. Kelimelerimizden bağımsız olarak düşünemeyiz. Kelimelerimiz kadar düşünebiliyoruz daha fazla değil. Kelimelerimizi dilden atarak neredeyse düşünemez hale geldik.

3- Kültür kırılması
Doğal olarak her toplum kendi kültürünü üstün ve değerli olarak görür, beğenir bunun adı etnosantrizm (kültürmerkezcilik)’tür. Eğer bu etnosantrizm ifrada gidecek olursa burdan yabancı düşmanlığı ksenofobi ortaya çıkar. Eğer etnosantrizm tefride düşüp azalırsa ksenosantrizm ortaya çıkar. Yani kültür emperyalizmine maruz olan kendi kültürü ile ilişkileri sorunlu toplumlar ve yabancı hayranlığı ortaya çıkar. 
Bizim kültür kırılmamızda ksenosantrizm durumu oldu. Bize ait şeyler küçültüldü, batıya ait şeyler yüceltildi. Bu duruma düşen milletlere zayıf kültür deniyor. Kendi kültürü ile ilişkisi zayıf olan yabancı kültürlere hayran olan kültürlerin durumu bu şekilde adlandırılıyor. Allan polen bu duruma zayıf tarihsellik diyor.
Mesela türkiyede ailelerin yakın zamanda çocuklara verdikleri isimlere bakalım. Bu isimler incelendiğinde gelenekten kaçış göze çarpar. İslamcı kesimlerde kaçıyor, seküler kesimler de. İslamcı kesim tarihe doğru kaçıyor. Geleneğin beğendiği isimlerden kaçıp Kur’an’dan hadisten satır aralarından orijinal isim arayışına gidiyor. Seküler kesimler doğaya başvuruyor. 

Cemil Meriç, Türkiye için kaçışlar ülkesi diyordu. “İnkilapçılar batıya kaçkın, solcular Moskova’ya kaçkın, Türkçüler Turana kaçkın, İslamcılar da Araba kaçkın.”
Örneğin; Muhammed Abduh’un Seyyid Kutub'un kitapları elden ele dolaştırılırken bu şahsiyeteler bayraklaştırılırken kendi alimlerimizden kaçtık. Aynı dönemin alimleri Kevseri’yi Mustafa Sadri’yi kim tanıyor, tanıyanlar ne kadar okuyor? Ki bu isimlerin ilimleri diğerlerinden kat kat fazladır.
Şimdi bu medeniyetin çocukları kendisi olmaya çalışıyor.

4- Din kırılması
Dinin toplumun ancak eğitimsiz kesimlerine yakışan eğitimli kesimlerine asla yakıştırılamayan bir inanç sistemi görülüp aşağılanması şeklinde bir algıdır. Din gençlere eğitimlilere kentlilere yakışmaz anlayışı pozitivizmin içinde vardır. Büyük ölçüde bu kırılmanın izlerinden bugün kurtulmuş bulunuyoruz. Bu o kadar yaygın ve içselleştirilmişti ki daha on yıl öncesine kadar “madem okumak istiyorlar başlarını açsınlar. madem başlarını açmıyorlar evlerinde otursunlar üniversitelerde ne işleri var?” diyorlardı. Pozitivist zihniyetin bir yansımasıydı bu. 
Halbuki sosyal değişim sürecine baktığımız zaman önceki çağlarda herşeyin dini bir anlam kazandığını dinle kutsallaştığını, dinle bütünleştiği dolayısıyla dini kırarken dinin sadece din olarak gitmediğini bilmemiz gerekir. Bu batıda da bizde de böyledir.

5- Devlet kırılması 
Osmanlının asırlar içerisinde tecrübelerle inşa ettiği devlet zihniyetinin ve devlet ferasetinin kaybedilmesidir. Bu kırılma İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi ile başlamıştır. Sultan Abdülhamid döneminin devlet feraseti ile bakabilen, Ahmed Cevdet Paşa’nın şahsında en açık şekilde gördüğümüz o ferasetli devlet adamı şahsiyeti gitti, her biri vatanperver, genç, tecrübesiz dolayısıyla çok kolay bir şekilde birilerinin oyuncağı haline gelebilen İttihat ve Terekki kadroları geldi. Heyecanlı, tecrübesiz belki iyi niyetli kadrolar ve 10 yıl içerisinde biten bir imparatorluk.
Erol Güngör hoca der ki: Cumhuriyet döneminin devlet adamlarının en büyükleri Osmanlı devlet hiyerarşisi içinde en fazla orta düzeyde memur olabilecek kapasitede görünüyorlar.

Kırılmaların yaklaşık tarihleri:

Kültür kırılması: Tanzimat ile başlamıştır ama toplumda yaygın hale gelmesi 20. yy’da olmuştur.
Devlet kırılması: İttihat ve Terakki’nin iktidarı ile, 
Tarih kırılması: Cumhuriyetin ilanından sonra,
Din kırılması: İşaretleri 2. Meşrutiyetle başlamış cumhuriyetle artmıştır. 
Dil kırılması: Harf devrimi ve asıl öztürkçecilik akımıyla olmuştur.

O halde Türkiye’de sosyal değişme ve din ilişkisini konuşurken ve dahi Türkiye’de herşeyi konuşurken bu kırılmaları göz önünde bulundurmak gerekir. Yani bunları göz önünde bulundurmadan hiçbir şey anlamlandırılamaz.
Türkiye  bu kırılmaların izlerini silmeye çalışan bir ülke. Bu bir tarihe geri dönüş değil bu batı karşısındaki yenilgiden kurtuluş anlamındadır fakat şunu unutmayalım ki modernleşme ile ilgili olarak yukarıdan aşağıya olan bir süreç demiştik. Bu kırılmalara da kırılma dememizin sebebi yukarıdan aşağıya olması. 

Şimdi Türkiye bir taraftan  bu kırılmaları izlerini silerken yukarıdan aşağıya olmadığı için kırılma demeyeceğiz yatay olduğu için aşınma diyeceğimiz bir durumla karşı karşıya, o da küreselleşme sürecindeki durumlar. Küreselleşme medeniyetimizde nasıl aşınmaya yol açıyor? Kırılan dökülenlerden kalanlarımız bugün kitle iletişim araçları yüzünden aşınma diyebileceğimiz bir takım süreçler yaşıyor.
Yani diyelim ki tarih kırılmasının izlerini devlet silmeye çalışırken -tarih kitaplarının Osmanlı’yı kötüleyen bir tutumdan ona saygı duyan bir tutuma geçişi gibi- bu arada bir kanal bir dizi yapıyor, o dizi de bir harem tasavvur ediliyor, sizin onlarca tarih kitabında işin hakikatini yazmanızın etkisi olmayacağı şekilde çarpık bir osmanlı ve harem  yaşantısı zihinlerde içselleştirilerek kırılmanın izleri silinirken aşınma daha kalıcı izler bırakabiliyor. 

O halde yapılması gereken şey ne? Bir medeniyetin inşaasında önemli olan hususlar nelerse o hususlarda seçkinlerinizi yetiştirmek. Her alanda seçkinlerinizi yetiştirmek. İlim adamlarınızlar mutasavvıflarınızla, sanatçılarınızla devlet adamlarınızla medeniyetinizi inşa edecek kadroları üretmek. Bugün oryantalizmin etkilerinden korunarak bilim yapabilen, sanat yapabilen isimler var. Bunları daha da arttırmamız gerekiyor.


Tünelden henüz çıkmadık ama tünelin sonundaki ışık göründü."

6 Kasım 2015 Cuma

Kısa Bir Tatilin Kârı: Şanzelize Düğün Salonu, Mücella ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Efendim 29 ekim ve seçimler bir araya gelip tüm derslerim iptal olunca aklımda eve gitmeye dair hiçbir düşünce yokken bir sabah uyandım ve o sabah aklımdaki tek sorunun “beni burda tutan nedir?” olduğunu fark ettim ve o yarım saat içinde gidip bilet aldım. Fazla düşünmeden hareket etme gibi bir özellik var ki düşman başına.

Tabii insan bu özelliğe sahip olunca ne yaptığının sonradan farkına varıyor. Bu, benim 4 yılda 3. otobüs yolculuğum olacaktı ve hala ilk gün ki kadar otobüs yolculuklarından nefret ediyordum. Bir de bunun üstüne abim arayıp “sana bilet alalım” deyince bir kez daha sınandım. “Yok Abi, ben İstanbul’da kalacağım dedim” içim yana yana. 

Sonra 2 hafta sürecek bir kovalamaca başladı. Evdekiler bana gel diye ısrar ettikçe ben yalan söylememek için kıvrana kıvrana sürpriz yapma planıma sadık kalmaya çalışıyordum ve bir yandan da abimin uçak bileti teklifini kaçırmış olmanın derin acısı…

Olan oldu madem o halde bu yolculuğu çekilebilir hale getirecek bir şey düşünmek lazım. Yanıma daha önceki tecrübelerime dayanarak lazım olacak her şeyi aldım ve yolda yemek için bol bol meyve depoladım. Bu kez 2+1 bir otobüsten bilet almıştım ve tek oturacak olmak içimi biraz rahatlatsa da süre hala çok uzundu: 12 saat !

Son zamanlarda çıkmış ve çokça da merak ettiğim kitaplar geldi o zaman aklıma: Tarık Tufan’ın ilk romanı Şanzelize Düğün Salonu ve Nazan Bekiroğlu’nun çıktığından oldukça geç haberdar olduğum romanı Mücella. Biri gidiş yolu içindi diğeri dönüş. Bir de evde okumaya bir şey alayım derken okumakta geç kaldığım yazarlardan biri aklıma geldi: Barış Bıçakçı. Zaten oldum olası bir yazarı ilk kez okuma fikrine bayılmışımdır. İki tanıdık ismin yanına bir de yabancı olduğumuz bir yazar ekleyince liste tamamlandı.


Yolculuk sabahı daha Kızkulesi Kitapevi’nin kepenkleri henüz açılmamışken kendimi açık kapıdan içeri attım. Görevli bu erken gelen misafirden hoşlanmamıştı ama yapacak bir şey yok, yola çıkacaktım ve bu acil bir işti. -Ne kadar ilginç değil mi? İnsanlar öğlene doğru kitapçılara gitmeye başlarlar sonra çoğu kitapçı akşam erken saatlerde kapatır ama ya acil durumlar? Bence bunun için de nöbetçi eczane gibi nöbetçi kitapçılar olmalı. Belki de vardır da haberimiz yoktur.-

İşte böylece yolculuğumuz güneşli bir İstanbul sabahında Üsküdar’dan Şanzelize Düğün Salonu ile başladı.

Şanzelize Düğün Salonu - Tarık Tufan

Kitaba olayların orta yerinden giriş yapıyoruz. Bir sabah kahramanımızın kapısı çalınıyor ve roman böyle başlıyor. Olay bu noktadan ilerlerken flashbacklerle geçmişe gidip bu noktaya gelinene kadar olanları öğreniyoruz.

Annesinin ölümü, aşık oluşu ve üniversiteye başlayışı gibi üçü ayrı ayrı bir insanın hayatını değiştirebilecek güçteki olayları çok kısa süre içerisinde art arda -belki de birlikte demeliyiz- yaşayan kahramanımızın hayatı tam aksi istikamette yol almaya başlar. Bu olaylar öncesi şeyh olan babasının dergahında bir derviş olan kahramanımız bu hayatı terk eder, alkol kullanmaya başlar, evden yarılır. Bunlar yetmez bir de yıllarca sahip olduğu tüm benliğini öldürür, içinden kazıyıp atar. Ancak tabii burası olayların son bulduğu nokta değildir, asıl romanın başladığı nokta budur. Tam da burada kahramanımızın kapısı çalınır ve olaylar gelişir.

Romana başlarken ne beklemem gerektiğini bilmiyordum ve bu da çok işime yaradı. Öncelikle bu romanı bir yolculuk için seçmek, bilmeden de yapılmış olsa, çok iyi bir karardı. Sayfalar yolla beraber su gibi akıp geçti. Kitap bir yol hikayesi olmasa da ben de çok sevdiğim yol hikayelerinin tadını bıraktı.

Romanın insanı yormayan, hafif mizah karıştırılmış bir dili var. Yer yer Murat Menteş romanlarının tadını almak mümkün. Tıpkı onun romanlarındaki gibi macera kahramanın elinde olmadan beklenmedik -belki biraz absürd- bir şekilde gelişiyor ve yine onun yaptığı gibi olaylara kahramanımızın gözünden bakıyoruz. Murat Menteş severler bu kitabı da oldukça seveceklerdir eminim.

Ancak kitapta Tarık Tufan’ın acıya bakan anlatımını ayan beyan olarak görüyoruz. Anlatımla bu duygu biraz bastırılmış olsa da  aslında kitaba hep karakterin yarım kalmışlıkları hakim. Umutsuz, artık hayata karşı hissizleşmiş bir kahraman var başrolde. Acı hikayeler var, yazık olmuş diyorsunuz ama bazı şeyler yaşanacaktır ve yaşanır. Sonunu bilsen de olacakları bile bile yaşamayı seçersin. İşte bu hikaye biraz da öyle.

Kitabı okuyacaklar için çok fazla şeyi açık etmekten kaçınmaya çalışıyorum ancak benim en çok ilgimi çeken sanırım şu oldu: 

—spoiler—

Kahramanımız genellikle insanları hayvan başlı olarak görüyor. Durakta bekleyen yılan başlı bir kadın, restaurantta yemek yiyen köpek başlı bir adam gibi tasvirlere sık sık rastlıyoruz. O, bu gördüklerini kullandığı ilaçların vücuduna yaptığı etkiye yoruyor. Ama aslında bu romanın bir de tasavvufi boyutu var. Onun bir şeyhin oğlu olması, eski bir derviş oluşu, ihvanların rüyaları vs. bana kahramanımızın bu gördüklerinin aslında onun kalbinin görüşü olduğunu, O’nun tasavvufi mertebesinden kaynaklandığını ancak onun bunun farkında olmadığını düşündürdü. Buna oldukça inandım. Herşeyin bu kadar karmaşık görünürken bu kadar basit oluşu ve çok üst düzey sandığımız şeylerin böyle kolayca gerçekleşebilmesi romanın en sevdiğim yönleri oldu.
Ve tabi başlıbaşına bir karakter olarak Baki Semih…

—spoiler—

Kitap pek çok yönden ben de güzel bir hatıra bıraktı. İçindeki tasavvufi ögeler, klişe olmayan bir hikaye ve sonu çabucak gelen bir yol ve üç tatil kitabının arasında en çok alıntılanan olma özelliğine sahip olma…

“Hikayeyi baştan anlatmak lazım. Gerçi bir hikayenin başı olmaz. Herşey iç içe geçerken, zaman içinde hayat düz bir çizgiye dönüşmüşken, bizim olayları kavramaya başladığımız bir an vardır. Fakat gerçekte o an hikayenin başı değildir. İnsanın hayat düzenini altüst eden hikayelere bir başlangıç anı belirlemek gibi nafile bir çabası vardır. Bu da bir çeşit güvenlik arayışı aslında. Böylece hangi başlangıç anları, nasıl sonuçlara yol açıyor diye hesap edebilir insan. Kendince notlar alır günlüğüne. Arkadaşlarına hararetle, arada bir duraklayıp nefes alarak böylece duygusal şiddetini arttırarak anlatır olayların başladığı o eşsiz, biricik anı.”

“Büyük hikayeler bir tereddüt anı ile başlar. Tereddüt etmeye neden olan şeyler insanın zihninden hızlıca geçer ve bunların arasından gerçekleşme ihtimali yüksek olanlar belirlenir. Sonra bir tercih yapılır. Ama hikaye en düşük ihtimalli hatta imkansıza yakın olan durumun gerçekleşmesi ile başlar.”

“İnsan kendi yerine yaşar, kendi yerine ölür oğlum. Yüzünü kalbine dön. Yalancı bir peygambere inanamaktan daha kötüsü, bir peygambere yalandan inanmaktır.”

“Annenin ölümünün dil bilgisi, grameri olmuyor ki Eda. İnsanın annesinin ölümü zaten hayatın anlatım bozukluğu.”

“Tam yedi gün uzunluğundaki bir geceden sonra, güneşsiz, yarım yamalak, üstünkörü bir sabah oldu. Bazı sabahlar aslında sabah olmuyor. Biz sadece saatlere bakarak o vakte sabah diyoruz ama gerçekte sabah değil. Sabah demek içinde hiç olmazsa küçücük bir umut barındıran zaman demektir. Umut yoksa da heves vardır. İkisi de yoksa o vaktin adına neden sabah diyelim, gecenin devamı deyip geçeriz.
O sabah da sabah olmadı.”

“Genç bir adam öldü ve bir gencin ölümünde ikinci bir suçlu her zaman vardır; bir yerlerde kendi başına ölmüş olsa bile.”

“İnsanın bir şeye bağlanması çok kolay değil. Bağlandığın andan itibaren nereye gideceğini sen değil, bağlılıkların belirliyor. Kendini zincirleyip sonra da anahtarını yutmak gibi bir şey.”

“Orada ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. Bir süre sonra babam geldi. İlk andaki şaşkınlığımı atıp, saygıyla ayağa kalktım. Az önce oturduğum koltuğa babam oturdu. Ben de hemen önüne, dizlerimin üzerine çöktüm.
-Sizin öldüğünüzü sanıyordum.
-Ölüm buna mani midir?
Ölümün neye mani olup olmadığını bilmiyorum. Bunu ancak ölenler ve ölmeden önce ölmeyi becerenler bilebilir. Ölmüş bir insan neler yapabilir? Her ölenin aynı şeyleri yapabilmeye kudreti var mıdır? Yoktur muhtemelen.
-Hoşgeldin evladım.
-Hoşbulduk. Ama ben çok kalmayacağım burada.
-Biliyorum.
-Nereden biliyorsunuz?
-İnsan ölünce bilmeye başlıyor.”

“Mesele kadın olunca, emrinizde koca ordu olsa kalbini zerre miktarda döndüremezsiniz. Bunda da bir hayır vardır.”

Ve daha nicesi.


Devam edecek…