29 Kasım 2016 Salı

Kedice Düşünceler ya da Dünyanın En Şanslı Kedisinin Gözünden



İstanbul bir tarih şehridir, İstanbul bir kültür şehridir, İstanbul kaosun başkentidir… Bu tanımlamayı istediğiniz gibi yapabilirsiniz. İstanbul yaptığınız her tanıma az ya da çok uyacaktır. İstanbul’un hangi yönünden bahsetmek istiyorsanız öyle tanımlayın onu. Ben bugün İstanbul’un kedilerinden bahsedeceğim. Yani anlayacağınız; İstanbul bir kediler şehridir. 

İstanbul’u ne olmadan düşünemezsin deseler camileri ve denizi derim. Onlar olmadan İstanbul, İstanbul olmuyor. -Denizi ve tarihi camiileri göremediğiniz bir semte İstanbul demek içinizden geliyor mu?- İstanbul, İstanbul olduktan sonra onu ne olmadan düşünemezsin deseler söyleyecek çok şey var aslında; bunlardan biri de kedileri.

Başka hiçbir şehrin sokaklarında bu denli çok kedi, bu denli sevgi ve bakım görerek yaşamıyordur sanırım. -Ve başka hiçbir şehrin sokağına bu denli yakışamaz kediler.- Hemen her sokakta kediler için konulmuş sular, mamalar, belli saatlerde onları besleyenler, en azından her sokaktan geçişinde başlarını okşayanlar var. Kediler, İstanbul ehlinin yaşamının bir parçası, üst kat komşusundan daha çok sokağının kedisini görür İstanbullular ve kapı komşusundan çok sokağındaki kedi ile benimser mahallesini.

İnsanlar İstanbul’da kedilerle yaşamaya insanlarla yaşamaktan daha alışkın. Kedilere karşı insanlara karşı olduklarından daha  müsamahakarlar, birbirlerine olduklarından daha sevgi dolular onlara karşı. Kediler de bunun farkındalar sanırım. O yüzden mahallenin sahibi gibi güvenle yürümeleri, arabaların üzerine serilip güneşlenirken sokaktan geçenleri umarsızca tek tek süzmeleri. 

Bu işin tek mimarı insanlar değil pek tabii. Kedilere karşı sevgi beslemek insanlara beslemekten daha kolay. Kediler arabalarını alıp trafiğe çıkmazlar, metrolara, otobüslere binmezler, kaldırıma park etmezler. Mahallelerinde oturur güzel gözleriyle etrafı seyrederler. -Sevilmeleri için bir engel göremiyorum doğrusu.-

Kedilerin masumiyetlerini seviyorum; konuşamadıklarından, dertlerini söyleyemediklerinden onlara şefkat duyuyorum. İnsan oğlunun karşısında çok savunmasızlar, sokakta hayatta kalmaya çalışıyorlar. Sonra gözleri de büyük bir etken tabii. İnsan eninde sonunda saf bir şeye sevgi göstermek istiyor.

Kedilere uzaktan bakınca hepsinin aynı olduğunu düşünüyorsunuz. Tek fark renkleri gibi geliyor uzaktan. Ama biraz yakınlaşınca her birinin ayrı bir canlı olduğunu anlıyorsunuz. Her birinin bir karakteri var. Kimisi çok cana yakın olur, sevgiden hoşlanır, sevilmek için hemen sokulur yanınıza. Kimisi ile yanyana oturursunuz bankta, o sizi tanır, anlattığınızı dinler, gözlerinize bakar ama dokunulmasından hoşlanmaz. Kimisi kolay kızar, kimisi kolay bağlanır. Ve insanları tanırlar, nankör değil özgür ruhludurlar.

Hüdayi’de yavru kediler var. Daha dünyaya geleli çok olmadı. İlk tanıştığımızda miniciklerdi. Sonra yavaş yavaş hiç farkettirmeden büyüdüler. Daha bir kaç hafta öncesine kadar uykudan başını kaldıramazken şimdi birbirleri ile oynayıp hayatta kalmayı öğrenir oldular. Avluda gezindiklerini, büyük kedilere kafa tutuklarını gördükçe annelerini gibi gururlanıyorum. (İnsan tuhaf bir varlık evet.)

Geçen gün yavrulardan biri ile türbe dışına çıktık. O ilk kez türbenin dışındaki dünyayı görecekti. Kapıdan çıkar çıkmaz tedirgin oldu. Etrafa, insanlara şaşkın şaşkın bakmaya başladı, sonra yanımızdan bir araba geçti, sesi çok korkuttu onu, kaçmaya çalıştı. Ben de sakinleşsin, dikkati dağılsın diye konuşmaya başladım onunla. 

“Bak, dedim, burası İstanbul, şu uzaktan görünen mavilik; deniz, ilerisi de avrupa yakası. Biz Üsküdar’dayız. Ama oraları merak etme sen doğabileceğin en güzel yerde doğmuşsun, doğuştan Üsküdarlısın ve muhtemelen tüm hayatın burada geçecek, Hüdayi Hazretleri’nin eteğinde. Her gün yüzlerce ziyaretçin olacak. İstanbul’un yarısı bu avludan geçecek. Biraz daha batıda doğsan, bir türbe kedisi olamazdın, ezan sesleriyle dolu bir şehirde yaşayamazdın. Belki daha lüks ama kısıtlı bir hayat sürerdin. Biraz daha doğuda doğsaydın, insanlar böyle bakmazdı sana, İstanbul kedileri gibi olmaz oraların kedileri, zayıftırlar ve İstanbul kedileri gibi kendilerini sevdirmezler çünkü insanlar korkar onlardan ve onlar da insanlardan. Daha korkuncu daha da uzaklarda doğsaydın muhtemelen seni yemek isterlerdi.” (Burada kedimin yüzüme korkarak baktığını itiraf etmeliyim.)

Dünyadan bahsederken ona, aslında ne kadar şanslı olduğunu fark ettim, dünyanın en güzel köşesinde doğmuştu ve türbenin avlusunda bir yaşam önünde uzanıyordu. Türbe kedisi olduğu için kendisine kötü davranılma ihtimali sokaktaki kedilerden çok daha düşüktü. Muhtemelen ömründe sayılı defa araba görecekti. 16.yy’da burada yaşayan atalarının hayatına benziyordu hayatı. - en azından bizim hayatımızın 16.yy’daki atalarımıza benzeyişinden çok daha fazla.-

Hangi kedi ondan daha şanslı olabilir diye ihtimalleri sıralamaya çalıştım. Özel hizmetçileri olan kraliyet kedileri mi? Ama bu özel bakım beraberinde tasmayı da getiriyor. Hangi tasma ya da hangi ipekli yastık özgürlük kadar tatlı olabilir diye düşündüm o zaman. O zaman milyon dolarlık evlerde yaşayan kedilerin değil kucağımdaki minik kedinin dünyanın en şanslı kedisi olduğunu anladım. 


O da aynı fikirde olmalı ki evde kalmak istemedi, türbeye döndüğümüzde mutlulukla sıçradı kucağımdan koşa koşa avluya döndü, kardeşlerinin yanına, evine.

23 Ekim 2016 Pazar

Mezun Olmak ya da Olmamak


Bazı insanlar İstanbul’u tanıdıkça sever, kimileri tanıdıkça İstanbul’dan nefret ederler, -benim gibi- bazılarıysa daha tanımadan İstanbul tutkunu olurlar -evet pek mantıklı değil doğrusu.- 
İstanbul’da yaşamaya başladığım ilk sene, henüz üniversitedeki ilk yılımda şunu öğrenmiştim: Rical ilminde alimler, tek tek kişilerin biyografilerini kaleme alırlar, biyografisi yazılan kişinin nereli olduğuna karar verirken “4 yıl” şartı koşarlarmış. Bir kişi bir beldede 4 yıl yaşadıysa oralı sayılırmış. (Aynı anda birden çok yerden olma şansı da mevcut tabii. Yani bir kişi hem İstanbullu hem de Kudüslü olabilir aynı zamanda. ) Bu bilgi zamanla bende bir takıntı haline geldi. İstanbullu olmak için bu 4 yılı doldurmayı beklemeye başladım.

İyi haber; sonunda geçtiğimiz yaz 4 yılı tamamladık, kötü haber; 5.yılımız başladı. 

5. yıl ne demek hemen kısaca özetlemek gerekirse “Mezuniyet” demek efendim. Yani çok sevdiğimiz okulumuzda son yılımız demek, tez yazmak demek, pedagojik formasyon almak, 2. bir üniversiteye kayıt yaptırmış olmak, aynı zamanda akşamları bir başka programa devam ediyor olmak, bunların yanı sıra yüksek lisans için okumalar yapıp sınavlara hazırlanmak demek. İyimser hesaplamalarıma göre yemeyip içmeyip ve dahi nefes almayıp çalışılırsa hepsini yetiştirme ihtimali mevcut. Yani eski bir reklamda denildiği ve o dönem bizim evde slogan olduğu gibi: “Çook çalışmak lazım çoook”

En zoruysa bir sonraki yılın muallak olması. “Gelecek yıl nerede, ne yapıyor olacağım/olmalıyım?” sorusu. Tabii bir de “E şimdi sen mezun olunca ne yapacaksın?” sorusu var ki öğrenciyi merdivensiz kuyularda bırakıyor. Neyse efendim ben sebepsiz bir şekilde bu yoğunluk fikrinden gizlice zevk alıyorum. (‘Ömür boyu bir şeylerle savaşmadan yaşayamayan gizli mazoşistler kulübüne’ hoş geldiniz. İlk kural bu kulüpten kimseye bahsetmemektir :)

Tabii bu seneyle ilgili motivasyonlarım da yok değil. İşte bu sene tüm zorluklara ve yoğun tempoya rağmen bizi güçlü kılacak nedenler:

1- Mezun Olmak

“Mezun olmaktan bunca yakındıktan sonra ilk motivasyon kaynağı ‘mezun olmak’ mı?, çok mantıklıymış gerçekten.” demeyin. Çünkü her ne kadar okulumuzu delice sevsek de ve bu ‘mezuniyet’ başımıza bin türlü iş açsa da hayatımızda önemli bir yeri olan uzun bir sürecin sonuna geliyoruz. Klişe ifadeyle ‘Her son yeni bir başlangıç’ ve mezun olmak da bizi bekleyen yeni bir başlangıca koşmak demek.

Mezuniyetle birlikte resmen çok sevdiğimiz okulumuzdan ‘mezun olmayı’ başarmış bir öğrenci olacağız. Bunun karşılığında 5 yılın sonunda nihayet ‘o okul’dan diploma alacağız. Bu diploma aramızdaki bağın somut bir nişanesi olacak aynı zamanda. 
Sonra, her ne kadar okulumuzu sevsek de hiçbir zaman normal bir okulda okuduğumuzu iddia etmedik. Politikası öğrenciyi kanının son damlasına kadar çalıştırmak olan bir okuldan mezun olmak fikri neticede insana bir rahatlık vermiyor diyemeyiz.

2-Mezuniyet Sonrası Planları

Evet, kabul etmek gerekirse bu kısmın gerçekleşeceğinden ben de pek emin olamıyorum. Hayatımız boyunca hep bir sonraki aşamanın daha rahat olacağını düşündük. Ortaokulda lisenin, lisede üniversitenin daha rahat bir yer olacağını hayal edip pek çok plan yaptık. Ancak tersine, işler gittikçe zorlaştı. Ancak bu kez ümitliyim.

Mezuniyet sonrasında en azından, 5 yıl sonra ilk kez tatil dönüşü olacakları düşünmeden bir tatil yapabiliriz diye düşünüyorum. Kitaplarla daha çok vakit geçirir, ertelediğimiz bazı seyahatleri yapar, hobilerimize daha çok vakit ayırırız. Hayır, gülümsemeyin; ben yine de ümitvarım.

3-Sherlock’un 4. Sezonu

Efendim, malum Sherlock’un yeni bir sezonunun yayımlanması güneş tutulması gibi yeryüzünde nadir görülen, merak uyandıran ve bazılarınca sabırsızlıkla beklenilen bir olay. Dizinin 3. sezonu 2014’te yayımlandı. 4. sezonun 2016 kışında yayımlanmasını beklerken ara bir yıl daha uzatıldı ve 4. sezon 2017 kışına alındı. 

3 yıl sonra Sherlock’un yeni bir bölümünü izleyecek olmak bize bu zor senemizde güç veriyor. İzleyeceğimiz 3 bölüm ve sonrası tekrar yıllar sürecek bir ayrılık ancak biliyoruz ki 2017’nin Sherlock’lu bir yıl olacak.

-Sherlock demişken harika bir sherlock parodisini de hemen şuraya iliştirelim.-




11 Eylül 2016 Pazar

Şarkılar Güzelse Hala

Yaz bitimleri hep hüzünlüdür. Bir dönem kapanır. Denizin hafif dalgasına, yakamozuna, yaz gecelerinin tuhaf sarhoşluğuna elveda denir. İnsanlar bahçelerden, balkonlardan evlere döner, maceralar sona erer. Yazın son günlerinde yağmurlu ve bulutlu bir gün yaşanır. Sonra güneş açsa da bir daha ilk yaz gibi olmaz, sonbahar kapıyı tıklatmıştır. Tabiat ölmeye başlar, eylül hep hüznü ile gelir. 

İtiraf etmeliyim ki dünya pek de iyimserlere ve romantiklere göre bir yer değil ve kabul etmek gerek bazı gerçeklerin karşında en iyimser kalpler bile duramaz. "Herşey olacağına varıyor” gibi teslimiyetçi bir sözle doldurmak istiyorum içimin tüm duvarlarını. 

Yine de böyle zamanlarda bizi içine çeken karamsar kuyuya kaptırmamak için kendimizi, dış dünyadan bir şeylere tutunmamız gerekir. Küçük ve güzel şeylere, hayatın güzel ayrıntılarına. Bu ayrıntılardan biri de şarkılar.

 İlhami Algör şöyle diyor Müzeyyen’de: 

“Bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan… Kışlanın önüne redif sesi ile başla, Çanakkale içinde vurul, az zamanda çok işler başar, açık alınla on yılda çık, araya bir fokstrot, bir yurttan sesler korosu koy, Şişli’de bir apartmana takıl, yârin İstanbul’u mesken tutsun, görsün güzelleri seni unutsun, gurbet elde bir hal gelsin başına, ‘Yaşa! Var ol!’ muhabbetiyle Harbiye önlerinden geç, deniz ve mehtap sorsunlar seni, mani olsun halini takrire hicabın, Kalamış’ta huzur ara, havanı al, ak güvercinler uçur, Gemerek’ten dön gel, sararsın rengi ruhsarın, kolbaşının kıratını şahlandır, geç arı, kovan, petek muhabbetine, sarı çiğdeme sor, bir de Nataşa patlat. Meraklısı varsa, araya Elvis, Bitıls atsın, mevzuyu renklendirsin isterse. 

Hayatımız müzikaldi ya da bana bana öyle geliyordu. Müzik satsak köşe olurduk.” 

Ben de şarkılara onun kadar inanıyorum. Özellikle de iyileştirici güçlerine inanıyorum. Bu ülkede yaşamayı seviyorum ve bu şehirde. Bu ülkenin, bu şehrin şarkılarının anlattıklarını seviyorum. Bu kültürün içinde doğmuş olmayı, ana dilimin Türkçe oluşunu, hayatımın fonunda bu şarkıların çalmasını seviyorum. 

Yalnızca Türkçe şarkılar da değil. Dinlediğimiz her tür müziğin üzerimizde müthiş bir etki gücü var. Ne vakit hüzünlü bir şarkı dinlesem istemsiz olarak hüznüne ortak oluyorum. Mutlu bir melodi daha da döndürüyor başımı.

Şarkıların üzerimde bu denli güçlü bir etki sahibi olmasının müsebbibi ise sanırım radyo. Çocukken teypten dinlediğim radyo tiyatroları, lisede her gece uyumadan önce dinlediğim eski şarkılar kuşağı, üniversitede ise ev arkadaşım demek radyo benim için. Bunun getirisi ise aklıma kazınmış yüzlerce şarkı sözü oluyor. 

Hayalimdeki mesleklerden biri de radyo programcılığıydı. Gecenin bir yarısı odasının sessizliğinde beni dinleyenlerle eski ve güzel şarkılar paylaşmak isterdim. Eskiden bir radyo programı vardı. Her bölümün bir kelimesi olurdu. Bölüm boyunca içinde o kelimenin geçtiği şarkılar çalarlardı. O programı hazırlayan radyoculardan biri olmak isterdim. Kelimeyi, sonra da o kelimenin geçtiği şarkıları derleyen radyo programcısı. Bu sanki o şarkılar arasındaki görünmez bir bağı fark etmek gibi. Sanki onları bu koca evrende birbirine bağlayan bir zincir varmış da onu yakalamışsın gibi.


Bu gece de böyle özel bir bağa ihtiyacımız var. Bizi çağıran hüzün kuyularından uzaklaşıp hayata tutunmak için ve yeniden baharın geleceği ümidi içimizde yeşil kalsın diye içinde çiçek ismi geçen şarkıları dinleyelim:

1-MFÖ - Sarı Laleler (2006)
*Sen olmasan buralara gelemezdim ben 
Sevemezdim bu şehri anlamazdım dilinden
Nasıl bir sevdaysa bu karşı koyamam
Dayanamam kıskanırım seni paylaşamam
Satırlar uçar gider aklımdan 
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından

2-Yaşar - Cezayir Menekşesi (1996)
*Yine kar yağıyor sokaklara 
Sana yar yol bulamıyorum
Dinlenmiyor şu gönlümün kavuşmak endişesi
Gözlerin cezayir menekşesi
Dağda bir avcı kulübesi kadar mahsurum
Sana mecburum
Senin sesin melek sesi 
Ve gözlerin cezayir menekşesi

3-Levent Yüksel - Medcezir (1993)
*Dökülür yediverenler teninden rengarenk
Açarsın mevsimli mevsimsiz birtanem
Değişir kokun, ısınır kanın, beni yakarsın
Vazgeçilir gibi değil bu medcezirler…

4-Sezen Aksu - Güllerim Soldu (1991)
*Güllerim soldu kaldırımlarda
Gonca yüklü dallarıma ayaz vurdu
Demlerim oldu son akşamlarda 
Bir nefeslik duraklarda çiçek açtım

5-Koliva - Kara Sevda (2013)
*Güneş doğar meşeden de yar geliyor köşeden
Rengini gülden almış kokusu menekşeden
Dua eyle sevduğum da kuş olup da uçalum
Sevdalum he de he de da var buradan kaçalum

6-Kalben (2016) - Haydi Söyle (1994)
*Seni gördüğüm zaman dilim neden tutulur
Seni gördüğüm zaman güller elimde kurur
Seni gördüğüm zaman hayat sanki son bulur
Gözlerine bakınca dünyalar benim olur

7-Barış Manço - Aynalı Kemer (1997)
*Sabah yeli ılgıt ılgıt eserken seher vakti bir güzele vuruldum
Al dudakta inci dişi, bu dünyada yok bir eşi
Seher vakti bir güzele vuruldum
Mor menekşe nergis dizmiş boynuna
Kuşluk vakti aldı beni koynuna
Cıvıldaşır dudu kuşu, sanki bülbülün ötüşü
Seher vakti bir güzele vuruldum
Akşam oldu gün kavuştu sessizce
Dedi güzel ayrılık vardır bize
Uzakta bir baykuş öttü,
Gül bahçemde diken bitti
Seher vakti bir güzele vuruldum

8-Teoman - Papatya (1996)
*Oh papatya
Son bir defa bana bak
Seninle kim kalacak 
Işıklar kapanınca, benden çok uzakta

Zaman mi değişti, yoksa ben mi?
Geride kaldı o günler
Aklım belli karışmış, yüzümde gölgeler
Senin için saklayıp sana getirip anlattığım herşey
Artık çok boş geliyor, yalan tüm kelimeler

9-MFÖ - Asabiyim (1995)
*Gülmüyor yüzüm, hayat zor oldu
Güller susuz kurudu soldu
Eskidim belki gönül yoruldu
Aşık oldum soru soruldu
Affet beni, kırdım istemeden
Yüreğim yanar
Mazeretim var asabiyim ben

10-Sezen Aksu - Sardunyalar (1995)
*Ah o yazlık sinemalar, kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar, avluda elyazmaları
Ah ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik

Olmazsa olmaz: Yaşar - Şarkılar Güzelse Hala (1999)
*Şarkılar güzelse hala 
Hala sarıysa mimozalar
Onu unutamadığım içindir

Şarkılar güzel, mimozalar sarı oldukça hep romantik ve iyimser kalmak ümidiyle efendim :)

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir Kitabın Düşündürdükleri Yahut Bir Zamanlama Hatası

Edebiyatın ifade gücüne hayranım. Bir cümlenin ne söylemiş olduğu da pek tabii önemli ancak asıl o cümleyi edebiyata dahil eden ya da dışarıda bırakan, cümlenin nasıl söylenmiş olduğu. Bazen bir yazar çıkar, öyle güzel bir söz söyler, bir cümle yazar ki kalemi sanki gelir kalbinize dokunur. İşte bu yüzden kitaplar büyülü şeyler. 

Bazı kitapları okurken insan, yazarla konuşuyormuş, sanki yazar onu karşısına alıp hikayesini yalnız onun için anlatıyormuş hissine kapılır. Sonra bir kitabını daha okursunuz yazarın, bir tane daha. Daha çok konuşursunuz, daha iyi tanırsınız onu. Bir süre sonra o yazar yakın bir dostunuz gibi gelmeye başlar. Aynı sırrın bir araya getirdiği iki sırdaş gibi hissedersiniz. 

Bu ilk kez başıma lisedeyken gelmişti. O zaman da kalbimde sakladığım yazarlar vardı. “Ne yazsalar okurum” derdim onlar için. Bu yazarlar listesi hiç maddi dünyada kendine yer bulmadı, hep kalbimizde saklı. Hatta baştan sona sayılıp, düşünülmüş de değiller. Kaç kişi olduklarını onlar da bilmiyorlar ben de. Liste ilk ortaya çıktığından beri orada olan yazarlar var, sonradan gelenler de ve maalesef eksilenler de.

Bir yazarı bu listeden çıkarmak demek kalpten çıkarmak demek. Artık o ne yazarsa yazsın okumamak demek. Yeni kitapların kitapçıda boynu bükük, eskilerin rafta mahzun kalması demek. Kiminin nedeni benim artık değişmiş olmam kimisi de artık kendisi değiştiğinden. Bu isimlerden biri de Ahmet Ümit. 

Ahmet Ümit, soğuk kış gecelerinin polisiye romancısı. Başkomiser Nevzat, Ali ve Zeynep ile birlikte karanlık İstanbul sokaklarında dolaşmak liseli halimin en büyük zevklerinden biriydi sanırım. Aynı adlı hikayeden yola çıkarak Trt’de “Şeytan Ayrıntıda Gizlidir” adlı bir de dizisini çekmişlerdi kahramanların. Başkomiser Nevzat’ı Çetin Tekindor canlandırıyordu. Kitapları okurken de Nevzat’ı hep Çetin Tekindor olarak hayal ederdim.

Ahmet Ümit ile bağlarımız o zamanlara dayanıyordu. Sonra biraz o değişti biraz da ben. Artık polisiye yazarı olmaktan çıkıp bir romancıya dönüştü. Farklı bir üslupla ve ideolojisi için yazan bir adam oldu. Bu arada benim için de büyüsü kaçmaya başlamıştı kitaplarının. Sonra yeni bir kitabı çıktı ve bu kez okumadım. Öncekileri tamamlamak için de bir çabam kalmamıştı. Sonra kitaplığımı düzenlerken en alt rafa koydum kitaplarını. Her birine sevgiyle baktığım kitapların yanında değildi artık. Bu; biraz da büyümek gibi, zor ama kaçınılmaz.

Geçen gün kitapçıda beklenmedik bir anda bir kitap çıktı karşıma. Varlığından hep haberdar olduğum ama hiç görmediğim bir kitap “Sokağın Zulası”. Ahmet Ümit’in 1989’da yayımlanan ilk kitabı. Ayrıca yazarın ilk ve tek şiir kitabı. Bu kitabı hiç görmemiştim ama içindeki bir şiirden hep haberim vardı: Fotoğraf.


Ahmet Ümit’in “Sis ve Gece” adlı hikayesinde geçer bu şiir ve hikayenin sisli havasına pek uygundur. Daha o zaman kalbimi çalmıştır, özellikle içindeki dört satır. Belki Ahmet Ümit büyük bir şair olmayabilirdi ama sadece bir kaç satırla kalbe dokunabiliyordu işte. 

Yıllar sonra bu kitap karşıma çıkınca dayanamayıp aldım. Tekrar o liseli kız olmak istedim. Gecenin bir yarısı loş ışıkta, tekli koltuğumda, henüz hiçbir şeyden haberim yokken Başkomiser Nevzat’ın yalnız hayatına yine hiçbir şey bilmeyerek bakmak istedim. İstanbul’un uzakta bir şehir, yalnız yaşamanın da planlarımın arasında hiç olmadığı günlerde kitapları seven tasasız bir lise öğrencisi olmak istedim. 

Başka bir zamanda bambaşka bir etki yaratabilecek bir kitap, yanlış bir zamanda çok yanlış bir etki yaratabiliyor. Sanırım şu sıralar tüm olanlar bir zamanlama hatası.

***

“Biraz eğ başını, hafifçe gülümse, oldu.
Işık uygun, harika bir fotoğraf olacak bu;
Bir de fonda şu cüzzamlı yeryüzü olmasa;
Yine de seviyorum seni, sakın kıpırdama.”

***

31 Temmuz 2016 Pazar

Tarihe Tanıklık Ederken...


Milletlerin tarihinde bazı kırılma noktaları, özel tarihleri vardır ki hiç unutulmazlar. Yaşadığımız dönem itibari ile önemli bir sürece tanıklık etsek de, hiç 15 Temmuz gecesi gibi büyük bir kırılma noktasını yaşamamıştık. Yaşamadıklarımız bize o günleri haber verenlerden duyduğumuz birer masal gibiydi. İlk kez büyük bir tarihe tanıklık ettik. Temennim odur ki bu milletin bundan sonra tanıklık ettiği tüm olaylar onu iyiye taşıyan kırılmalar olsun. 

15 Temmuz bu milletin hafızasından hiç silinmeyecek bir tarih olarak kalacak şüphesiz, yıllar sonra da merak eden biri, saat saat gecenin her ayrıntısını okuyabilecek, hatta belki bizden daha fazlasını öğrenecek o gece yaşananlar hakkında. Ancak yine de yaşayanlardan dinlemek isteyecek olayları. 

İş bu yazı da 15 temmuz gecesi yaşananların beyanı mesabesindedir. -yalnızca bazı notlar-

14 Temmuz’da, döndüğümde; İstanbul, yine aynı şehirdi. İnsanlar aynı sorunları, tasaları, uzun ve kısa emelleri ile şehrin sokaklarında koşuşturuyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden bu oyundaki rolüme dönüp, koşuşturmacanın ucundan tuttum. 

15 Temmuz Cuma sakin bir yaz gecesiydi. Telefonum çaldı. Arayan annem. Daha biraz önce konuşmuştuk “Bir şey söyleyecekti unuttu herhalde” düşüncesiyle telefonu açtım. Sesi biraz öncekinin aksine endişeli geliyordu. “Asker darbe yapmış diyorlar orada bir şey var mı?” 

Asker? Darbe? 
Darbe de ne demekti? Bu öyle olağanüstü bir durum ki insan o an doğru düşünemiyor. Darbe demek başka bir dünya demek, bambaşka bir düzen demek, herşeyin kesintiye uğraması, herşeyin bitmesi demek. Oysa o an pencereden bakıyorum ve dünya aynı dünya. Gökyüzü, sokaklar hepsi aynı. Karşıdan vapurlar geçiyor, gökte kuşlar uçuyor. 

Hemen internete giriyorum ve bunu başarabildiğime seviniyorum. İnternete girebiliyorsak demek ki ortada darbe falan yok. Ancak haberler yalanlıyor bu durumu. Tam o sırada başbakan çıkıp “Bu bir girişimdir” diyor, “İzin vermeyeceğiz.” Ancak bu ses çok hüzünlü geliyor kulağıma. Eyvah diyorum sonunda oldu galiba, bitti gerçekten. 

Bir anda memleketin elden gidiyor. Dininin son kalesi. Herşey gözlerinin önünden geçiyor. Müslümanlar, başörtüsü, uğruna savaştığımız herşey, bugün başladığımız yere döndük. O sırada whatsap’ta, sosyal medyada İstanbul’un dört bir yanından herkes yeni bir haber paylaşıyor. “Burada da askerler var, silah sesleri geliyor, tanklar çıktı…” Herşey bir kabus gibi. Hala inanmak istemiyorum. 

Haberin doğruluğunu anlar anlamaz eminim her müslüman önce gidip abdestini almıştır. Kur’an ve seccade. Çünkü yüzünü dönecek başka bir yer yok. Vatanı ve ümmeti koruyacak başka kimse yok. 

Evde tek başımayım ama Üsküdar hala sakin. Yalnız sokaktaki insanlardan darbe mi diye şaşkınlık nidaları yükseliyor. Evde televizyon yok. Ama yaz gecesi. Tüm İstanbul’un camları açık. Bildiri okunuyor. “TSK yönetime el koymuştur.” O sesteki korku. Rabbim bir daha yaşatmasın.
Herkes şokta. Çünkü herşey olmuş, bitmiş, gerçekleşmiş gibi. Yaşadıklarımız bir rüyaydı ve uyanmışız gibi. Gerçek kabusumuza gözlerimizi açmışız gibi.
Üsküdarda da herşey normal olmaktan çıkıyor. Semada savaş uçakları dolaşıyor. Gecenin kelimesi: Dehşet. 

Erdoğanın sesini duyduğumuz dakikalar. Yine sokaktan geliyor sesi. Çıt çıkmadan herkes onu dinliyor. Tüm mahalle sessiz. Benim içimden geçenler şunlar: “Sanırım bu sondu. Son kez onu böyle konuşurken duyuyoruz. Bir daha olmayacak.” Ve sanırım gecenin en zor anı da buydu. 

Tek bir cümle seçebildim. “Milletimi meydanlara davet ediyorum.” O dakikadan sonra tüm Türkiye meydanlara aktı. Kadın, erkek, yaşlı, genç, ırk, mezhep gözetmeksizin her şehirde meydanları doldurdular. Darbeyi engelleyenler de onlar oldular. Havaalanlarını, ele geçirilen kanalları kurtardılar. Şehit oldular, gazi oldular. Büyük bir korkusuzlukla imanlarından başka hiçbir silahları olmadan savaştılar. 

En büyük felaketimiz bölünmüşlüğümüzdü. Bu kadar kutuplaşmış bir milletin böyle tek yürek tek bilek olması Allahu Ekber nidalarıyla ellerinde bayrakları ile bir anda meydanlara koşmaları ya Rabbi ne azim şey. Bu insanlar mitinge gitmiyorlar ölmeye gidiyorlar. Tanklı tüfekli askerlere karşı koyuyorlar. Kendi askeri kendisine silah doğrultuyor. O da daha bir kaç saat önce evinde ailesi ile otururken belki yatmaya hazırlanırken bir anda sokağa çıkıp memleketini kurtarıyor. Hemde bunu yaparken tepesinde kendi malı olan, Türk Devletinin F16’ları uçuyor. İstanbul savaş alanı gibi, her yerde çatışma haberleri, teşebbüsler, onları durdurmaya çalışan halk, şehit düşenler, silah sesleri, patlama sesleri, arkalarında dua ordusu. “Allah’ım onlara sabahı gösterme.”

Gecenin bir yarısı minarelerden ezanlar yükseliyor ardından selalar. Her camiden bildiriler okunuyor. Selalar tüm gece susmuyor. Bir camide bitiyor diğerinde başlıyor. Onlar ne mübarek şeyler ya Rabbi. İçimizi yıkıyorlar sanki. Kalbimizi temizliyorlar.

İlk akla gelen yeniçeri ocağının kaldırılışı. Yeniçeriler artık öyle bir hal almışlar ki devletin dirliğini milletin güvenliğini tehdit eder olmuşlar. Ancak öyle de asiler ki bu ocağı feshettik demekle dağıtamazsınız onları. Saraydan Sancak-ı Şerif çıkarılıyor. Tüm İstanbulda ezanlar, selalar okunuyor. Tüm halk sancakı şerifin altında toplanmaya ve yeniçerilere karşı örgütlenmeye çağrılıyor. İstanbulda deyim yerindeyse bir seferberlik yaşanıyor. 

Bu halk Kurtuluş Savaşı’nda kendi milletinden olmayanla savaştı, onun karşısında sancağının etrafında toplandı ama böylesi çok acı. Düşmanın da senin dilini konuştuğunda, senin dinine inandığında, senin silahınla seni şehit etmeye kalktığında bunun acısının tarifi yok.

Çok şükür ki daha gün ışımadan güzel haberler geldi. Darbeciler büyük oranda püskürtüldü. Ancak son kozlarını da oynadılar. Gece 3’ten sonra evlerin tepelerinde uçarak son kez de olsa halkı dağıtmaya çalıştılar. Ancak tüm bunlar artık kamikaze saldırılardı. Günün ilk ışıklarıyla onlarca insanı şehit ettikten sonra köprüdeki askerler de teslim oldular. 

15-16 Temmuz bu neslin gördüğü en uzun geceydi. Bu milletin yazdığı en son destandı.


Sonra ne mi oldu? Sonra, daha çok vapura binmeye başladım. Daha çok yürüdüm. Daha çok baktım, daha çok düşündüm. 

Her sabah günün ilk ışıkları ile, her akşam güneşin batışı ile şehri izledim. Her vakit ezanları dinledim. İnsanların yüzlerine baktım. Denize baktım. 

Şükrettim. Nefes aldığımız her saniye şükretmemiz gerektiğini düşündüm. Ama bu kez kategorize edemedim. 

3 kategori : Müslümanlar, kafirler ve münafıklar. 

Müslüman ülkeleri düşünüyorum tek tek. Halk ya hunharca katlediliyor ya da düşmanı olduğu bir yönetimin eli altında zulüm içinde yaşıyorlar ki onlar şanslı azınlıklar. 

Müslümanlar öldürülüyor. Evet, yanıbaşımızda. Bizim bir gece katlanamadığımızı her gece yaşıyorlar. Her akşam evimize servis ediliyor görüntüleri. Ama dur diyemiyoruz.

Diğer yandan daha Mısır'da olanlar yeni, anılarımız taze. İnsanlar meydanlarda şehit oldular. Liderleri terörist ilan edildi ve ellerinden alındı. Şimdi dinlerine düşman bir asker ülkelerini yönetiyor.

Müslüman ülkeleri bu iki acı kategoriye bölebiliyorum. İkisinin nedeni de temelde aynı. Halkın kendi içinde bölünmesi. Müslüman olmayan kategorilerin körüklediği iç savaş.

Bir de bizi düşünüyorum. En büyük sorunumuz birbirimizi sevmemek zannederdim. Kalplerden şüphem vardı. Ama o gece gösterdi ki bu millet hala bayrağı altında toplanabiliyor, hala meydanda tekbir getiriyor. Abdestini alıp sokağa, ölmeye koşuyor.Topa, tüfeğe, tanka karşı göğsünü siper ediyor. İslamın son kalesi olarak kalmış vatanını müdafaa ediyor.

Tüm bunların tek bir manası var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. Kalbimize imanını koyuyor, planları tersine çeviriyor, duamıza icabet ediyor.

Hala kendi vatanımızda yaşıyoruz, vatanımızda dinimizi yaşayabiliyoruz, her vakit ezanlarımızı dinliyoruz, atalarımızın bize bıraktığı camiilerimiz hala bizim, kendi tarihimiz içinde yaşayıp, kendi dilimizi konuşabiliyoruz. 

Dünyada bu nimetlere sahip o kadar az müslüman var ki gereken şükrü eda etmekten, gerektiği gibi yaşamaktan fersah fersah uzağız. Yine de emin olduğum bir şey var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. 


30 Haziran 2016 Perşembe

Yaz, Gece ve Ramazan…


Hatırladığım ilk ramazanlar kış ramazanları.
Hatırladığım en güzel iftarlar; soğuk kış akşamları okuldan çıkıp sokak lambalarının aydınlattığı yalnız sokaklarda aheste aheste yürüyerek eve vardığım, geniş ailemi masamızın etrafında toplanmış bulduğum okul üniformamı çıkarmadan oturduğum sofralarda yaptığım iftarlar. 

Sonra, nasıl oldu anlamadım ne üniformam kaldı, ne de soğuk akşamlarda eve döndüğümde masa başında beni bekleyen geniş ailem. Birdenbire yaz ramazanlarında bulduk kendimizi. Yaz ramazanları benim için biraz da gurbet demekti. Hep uzakta geçtiler. Türkiye’de, İstanbul’da yaz ramazanı nasıl oluyor ilk defa bu yıl şahit oldum.

Şüphesiz ki ben yaz insanı değilim. İlkbahar gibi serin, mutedil vakitlerin çocuğuyum. Ancak bu sene anladım ki yazın ramazan bambaşka bir şeymiş. Ramazan; bir şehre, bir mevsime, bir mevsimin gecesine ancak bu kadar yakışırmış.

“Ya hu ne diyorsun, kaç yıl oldu yazın ramazan yapalı, senin olduğun yerlere ramazan gelmiyor muydu?” demeyin. Ben Türk Ramazan’ından bahsediyorum. Evet, başka memleketlerde de ramazan geliyordu, hatta oralarda insanlar, Türkiye’dekilere oranla daha fazla oruç tutuluyordu. O zamanlarda da düşündüm “yaz gecesi ne kadar yakışıyormuş ramazana” diye ama Türk ramazanları başka.

Her milletin bir dini yorumlayış şekli var. Bir ezan var, tek bir Kur’an var, her millet aynı namazı kılıyor ancak her birinin ezgisi, tonu, duygusu, belki bunlara yükledikleri anlamlar farklı farklı. İslam insanlara bu yorum imkanını tanıyan bir din. Bu yorumlara sahne olacak alanları açık bırakan bir din. İslam her coğrafyada, her millette güzel.

Toplumda bazı dini uygulamaların içi boşaltılıyor, bazı uygulamalar kalkabiliyor mesela kişi oruç tutmuyor, beş vakit namaz kılmıyor ancak ramazanda oruç tutulmasa da tüm aile iftar vakti sofrada yerini alıyor ya da normal vakitte namaz kılmayan kişi ramazanda camiiye teravihe gelebiliyor. Geleneği değiştirmek çoğu zaman dini uygulamayı kaldırmaktan daha zor olabiliyor. İşte biraz da bu yüzden İslam din ile geleneğin harmanlanmasını talep ediyor.



Türklerin dini anlayışlarında ve yaşayışlarında ilk fark edilen, diğer milletlerden ayrılan nokta: Estetik. Ancak zirve bir medeniyetin mahsülü olabilecek bir estetik algısı var. Bunu mimarisinde, yazısında, kıraatinde, yaşayış tarzında, geleneğinde, adabında ayan beyan görürüz. 

Mimaride mekanda vahdet emelinin peşinden koşmuş, yüksek kubbelerle, altın oranlarla, şehre silüetini veren görkemli yapılarla estetik zevkini ortaya koymuş. Bu kubbelerin altını nice özenli işlerle, yalnızca müslümanlara özgü sanatlarla süslemiş, yazısını zirveye taşımış. Ezanın makamında, Kur’anın kıraatinde, namazını kılış şeklinde, kandillerinde hep kendi estetiğinin izini sürmüş.

Türklerin dini anlayışlarında dikkat çeken bir diğer önemli nokta da: Cemaat. Cemaat kavramı hiç şüphesiz tüm dinler için önemli. Ancak zannımca Türk toplumunda dinin cemaat içinde yaşanması ve bu cemaatin tek bir vücud oluşunun anlamı çok büyük. 

Mesela; Türklerin ekserisi Hanefi mezheptir. Bunun getirisi olarak camiide cemaat tek tip namaz kılar. Misal birlikte tekbir alır, birlikte selam verir. Bunun tek vücud olmakla çok ilgisi vardır. Herhangi bir Arap memleketinde namaz kıldığınızda aynı imamın arkasında namaz kılan cemaatte ufak detayların insanları farklılaştırdığını görürsünüz, eller farklı aralıklarla kalkar-iner, usul-erkan farklılaşır, selamlar aynı anda verilmez. Bu, o tek vücud olma duygusunu ne yazık ki elimizden alan bir şeydir. Oysa Türkiye’de ekseri cemaat imamın arkasındaki tek bir vücud gibidir. Tabii farklılıkların İslam’da yeri var dedik. Maksadımız mezhep taassubu değil ancak tek vücud olmanın getirdiği hissiyatı anlatmaktır efendim.

Şimdi dikkat çektiğimiz bu iki prensip ışığında gelin Türk Ramazan’ına bakalım. Türk Ramazan’ı; Geceleri şehrinde ayrı bir bayram havası, hareketlilik olan, mahyaların avlularını aydınlattığı, sokaklarında iftar yapılan, gece yarılarına kadar teravih kılınan, kimselerin uyumadığı, Üsküdar gibi güzel ramazanlardır.

Tüm bu ritüeller bir cemaatle yapılır. Caddeler boyu sofralar kurulur, sokaklara masalar atılır, tüm gece insanlar evlerine girmeden beraber yaşarlar ramazanı, camileri doldurur omuz omuza namaz kılarlar, birlikte dağılırlar camiden, gece yarısı güven içinde evlerine dönerler. Gece tüm komşuların camı açıktır, davulun sesi tüm evleri doldurur, herkes aynı nedenle ayaklanmıştır. Bu cemaat oluşun, “bir” oluşun sokaklara dökülmeye en müsait olduğu vakitler gecelerdir.


Bir kaç ay önce bir kitap okudum: Geceleyin Dersaadet (Bekir Ayvazoğlu). Geceyi seven bir adamdan, geceyi anlatan, gecelere methiyeler düzen bir kitap; özellikle de İstanbul gecesine. Şehrin henüz ışıklandırılmadığı zamanlardan bahseder. Gece olunca müslüman şehirlerinde hayat biter. Ancak ramazanlar istisnadır. O vakit halk geceleri sokaklara dökülür, ramazan eğlencelerine katılır. Yani o zaman dahi ramazanın geceyle ile bir ilgisi vardır.

Romantiklerin -ve de karamsarların- bir özelliği de geceye olan aşklarıdır. Bu kitap da beni ismiyle kendisine çekmişti. İçinde geceye dair çokça güzel pasaj vardır:

“Gündüz ne kadar çiğ ve keskin başlar, ne kadar kamaştırıcı ve ruhaniyetsizdir! Gece ise bizi itina ile, ağır ağır, sinesine sarar sarmalar, ruha uhreviyetle dolar. Gece olunca kendi benliğimizle karşı karşıya kaldığımızı görürüz; gündüzün herşey yalancı bir ışık oyunuydu; ziya bolluğundan görüyoruz zannederek koşuşan körler, sersemlerdik. Oh işte gece oluyor, gözlerimizi loşluk okşamaya başladı, gönlümüze karanlığın ruhu indi, kendimize gelir, kendimizi bulur gibi oluyoruz. Artık neşemiz hakiki neşe, derdimiz hakiki derttir. Güneşin hokkabazlığı bunları tağşiş edemez.
Hem geceler ahlakımızın asıl mimarlarıdır. İyiler geceleyin daha iyi olur, fenalar daha fena. İnsan vicdanının şulesini ve dimağının fosforunu ancak gecelerin karanlığı içinde görebiliyor.

Tebessüm ve gözyaşı kahkaha ve feryat bunlar geceye daha ziyade uyuyor. Matem ve ahenk gecelerin yakışığıdır… Medeniyet bile geceleyin daha mahsus… Bütün büyük eserler, hatta insanlar bile ekseriyetle gecelerin mahsülüdür.

Geceyi kaldır, daima güneşli bir dünya ne kadar can sıkıcı ve kaba olurdu.”

Gece her daim daha mistiktir, insan kendiyle başbaşa kalır. Bazen derdiyle, bazen neşesiyle, sevdiğiyle ya da sevdiğinin hayaliyle başbaşa kalır, gece. Ancak gece de mevsimden mevsime mahiyet değiştirir. Kış geceleri, evin sıcağına saklanılan, uzun yalnızlıkların, uzun uykuların gecesidir. Yaz geceleri mutlu gecelerdir. Akasyaların altında, balkonlarda geçirilen, yıldızlara bakılan gecelerdir, birlikte olunan gecelerdir.

Ramazan ise bizim kutsalımızdır, mistiktir, onun ayrı bir ruhaniyeti, ayrı bir atmosferi vardır. Gelir sımsıkı sarar etrafımızı. Sanki bir ay değil de kendi başına bir varlık gibidir. Aynı zamanda bahsettiğimiz gibi cemaat olduğunu en çok hissetme ayıdır da. Bu cemaat yaz gecelerinde sokağa dökülür, cemaat oluş en güzel yaz gecelerinde hissedilir. Bu nedenle de yaz, ramazana en uygun mevsim; yaz geceleri de cemaat oluşumuza en uygun gecelerdir.

Üsküdar’da, Yeni Valide’nin vakur yapısı altında, firuze mihrabın karşısında, Rahman suresi ile kılınan teravih, bu kubbe altında çınlayan ayetler, ilahiler, kasideler… İnsan her seferinde bu medeniyete hayran olmaktan kendini alamaz.

Bir ramazan daha geçip gidiyor… Yılın en mutlu zamanları sona ermek üzere…
Rabbim bu ümmetin, müslüman şehirlerin ramazanını ayaklar altında çiğnetme.