İstanbul bir tarih şehridir, İstanbul bir kültür şehridir, İstanbul kaosun başkentidir… Bu tanımlamayı istediğiniz gibi yapabilirsiniz. İstanbul yaptığınız her tanıma az ya da çok uyacaktır. İstanbul’un hangi yönünden bahsetmek istiyorsanız öyle tanımlayın onu. Ben bugün İstanbul’un kedilerinden bahsedeceğim. Yani anlayacağınız; İstanbul bir kediler şehridir.
İstanbul’u ne olmadan düşünemezsin deseler camileri ve denizi derim. Onlar olmadan İstanbul, İstanbul olmuyor. -Denizi ve tarihi camiileri göremediğiniz bir semte İstanbul demek içinizden geliyor mu?- İstanbul, İstanbul olduktan sonra onu ne olmadan düşünemezsin deseler söyleyecek çok şey var aslında; bunlardan biri de kedileri.

İnsanlar İstanbul’da kedilerle yaşamaya insanlarla yaşamaktan daha alışkın. Kedilere karşı insanlara karşı olduklarından daha müsamahakarlar, birbirlerine olduklarından daha sevgi dolular onlara karşı. Kediler de bunun farkındalar sanırım. O yüzden mahallenin sahibi gibi güvenle yürümeleri, arabaların üzerine serilip güneşlenirken sokaktan geçenleri umarsızca tek tek süzmeleri.
Bu işin tek mimarı insanlar değil pek tabii. Kedilere karşı sevgi beslemek insanlara beslemekten daha kolay. Kediler arabalarını alıp trafiğe çıkmazlar, metrolara, otobüslere binmezler, kaldırıma park etmezler. Mahallelerinde oturur güzel gözleriyle etrafı seyrederler. -Sevilmeleri için bir engel göremiyorum doğrusu.-
Kedilerin masumiyetlerini seviyorum; konuşamadıklarından, dertlerini söyleyemediklerinden onlara şefkat duyuyorum. İnsan oğlunun karşısında çok savunmasızlar, sokakta hayatta kalmaya çalışıyorlar. Sonra gözleri de büyük bir etken tabii. İnsan eninde sonunda saf bir şeye sevgi göstermek istiyor.
Kedilere uzaktan bakınca hepsinin aynı olduğunu düşünüyorsunuz. Tek fark renkleri gibi geliyor uzaktan. Ama biraz yakınlaşınca her birinin ayrı bir canlı olduğunu anlıyorsunuz. Her birinin bir karakteri var. Kimisi çok cana yakın olur, sevgiden hoşlanır, sevilmek için hemen sokulur yanınıza. Kimisi ile yanyana oturursunuz bankta, o sizi tanır, anlattığınızı dinler, gözlerinize bakar ama dokunulmasından hoşlanmaz. Kimisi kolay kızar, kimisi kolay bağlanır. Ve insanları tanırlar, nankör değil özgür ruhludurlar.
Hüdayi’de yavru kediler var. Daha dünyaya geleli çok olmadı. İlk tanıştığımızda miniciklerdi. Sonra yavaş yavaş hiç farkettirmeden büyüdüler. Daha bir kaç hafta öncesine kadar uykudan başını kaldıramazken şimdi birbirleri ile oynayıp hayatta kalmayı öğrenir oldular. Avluda gezindiklerini, büyük kedilere kafa tutuklarını gördükçe annelerini gibi gururlanıyorum. (İnsan tuhaf bir varlık evet.)
Geçen gün yavrulardan biri ile türbe dışına çıktık. O ilk kez türbenin dışındaki dünyayı görecekti. Kapıdan çıkar çıkmaz tedirgin oldu. Etrafa, insanlara şaşkın şaşkın bakmaya başladı, sonra yanımızdan bir araba geçti, sesi çok korkuttu onu, kaçmaya çalıştı. Ben de sakinleşsin, dikkati dağılsın diye konuşmaya başladım onunla.
“Bak, dedim, burası İstanbul, şu uzaktan görünen mavilik; deniz, ilerisi de avrupa yakası. Biz Üsküdar’dayız. Ama oraları merak etme sen doğabileceğin en güzel yerde doğmuşsun, doğuştan Üsküdarlısın ve muhtemelen tüm hayatın burada geçecek, Hüdayi Hazretleri’nin eteğinde. Her gün yüzlerce ziyaretçin olacak. İstanbul’un yarısı bu avludan geçecek. Biraz daha batıda doğsan, bir türbe kedisi olamazdın, ezan sesleriyle dolu bir şehirde yaşayamazdın. Belki daha lüks ama kısıtlı bir hayat sürerdin. Biraz daha doğuda doğsaydın, insanlar böyle bakmazdı sana, İstanbul kedileri gibi olmaz oraların kedileri, zayıftırlar ve İstanbul kedileri gibi kendilerini sevdirmezler çünkü insanlar korkar onlardan ve onlar da insanlardan. Daha korkuncu daha da uzaklarda doğsaydın muhtemelen seni yemek isterlerdi.” (Burada kedimin yüzüme korkarak baktığını itiraf etmeliyim.)
Dünyadan bahsederken ona, aslında ne kadar şanslı olduğunu fark ettim, dünyanın en güzel köşesinde doğmuştu ve türbenin avlusunda bir yaşam önünde uzanıyordu. Türbe kedisi olduğu için kendisine kötü davranılma ihtimali sokaktaki kedilerden çok daha düşüktü. Muhtemelen ömründe sayılı defa araba görecekti. 16.yy’da burada yaşayan atalarının hayatına benziyordu hayatı. - en azından bizim hayatımızın 16.yy’daki atalarımıza benzeyişinden çok daha fazla.-
Hangi kedi ondan daha şanslı olabilir diye ihtimalleri sıralamaya çalıştım. Özel hizmetçileri olan kraliyet kedileri mi? Ama bu özel bakım beraberinde tasmayı da getiriyor. Hangi tasma ya da hangi ipekli yastık özgürlük kadar tatlı olabilir diye düşündüm o zaman. O zaman milyon dolarlık evlerde yaşayan kedilerin değil kucağımdaki minik kedinin dünyanın en şanslı kedisi olduğunu anladım.
O da aynı fikirde olmalı ki evde kalmak istemedi, türbeye döndüğümüzde mutlulukla sıçradı kucağımdan koşa koşa avluya döndü, kardeşlerinin yanına, evine.