31 Temmuz 2016 Pazar

Tarihe Tanıklık Ederken...


Milletlerin tarihinde bazı kırılma noktaları, özel tarihleri vardır ki hiç unutulmazlar. Yaşadığımız dönem itibari ile önemli bir sürece tanıklık etsek de, hiç 15 Temmuz gecesi gibi büyük bir kırılma noktasını yaşamamıştık. Yaşamadıklarımız bize o günleri haber verenlerden duyduğumuz birer masal gibiydi. İlk kez büyük bir tarihe tanıklık ettik. Temennim odur ki bu milletin bundan sonra tanıklık ettiği tüm olaylar onu iyiye taşıyan kırılmalar olsun. 

15 Temmuz bu milletin hafızasından hiç silinmeyecek bir tarih olarak kalacak şüphesiz, yıllar sonra da merak eden biri, saat saat gecenin her ayrıntısını okuyabilecek, hatta belki bizden daha fazlasını öğrenecek o gece yaşananlar hakkında. Ancak yine de yaşayanlardan dinlemek isteyecek olayları. 

İş bu yazı da 15 temmuz gecesi yaşananların beyanı mesabesindedir. -yalnızca bazı notlar-

14 Temmuz’da, döndüğümde; İstanbul, yine aynı şehirdi. İnsanlar aynı sorunları, tasaları, uzun ve kısa emelleri ile şehrin sokaklarında koşuşturuyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden bu oyundaki rolüme dönüp, koşuşturmacanın ucundan tuttum. 

15 Temmuz Cuma sakin bir yaz gecesiydi. Telefonum çaldı. Arayan annem. Daha biraz önce konuşmuştuk “Bir şey söyleyecekti unuttu herhalde” düşüncesiyle telefonu açtım. Sesi biraz öncekinin aksine endişeli geliyordu. “Asker darbe yapmış diyorlar orada bir şey var mı?” 

Asker? Darbe? 
Darbe de ne demekti? Bu öyle olağanüstü bir durum ki insan o an doğru düşünemiyor. Darbe demek başka bir dünya demek, bambaşka bir düzen demek, herşeyin kesintiye uğraması, herşeyin bitmesi demek. Oysa o an pencereden bakıyorum ve dünya aynı dünya. Gökyüzü, sokaklar hepsi aynı. Karşıdan vapurlar geçiyor, gökte kuşlar uçuyor. 

Hemen internete giriyorum ve bunu başarabildiğime seviniyorum. İnternete girebiliyorsak demek ki ortada darbe falan yok. Ancak haberler yalanlıyor bu durumu. Tam o sırada başbakan çıkıp “Bu bir girişimdir” diyor, “İzin vermeyeceğiz.” Ancak bu ses çok hüzünlü geliyor kulağıma. Eyvah diyorum sonunda oldu galiba, bitti gerçekten. 

Bir anda memleketin elden gidiyor. Dininin son kalesi. Herşey gözlerinin önünden geçiyor. Müslümanlar, başörtüsü, uğruna savaştığımız herşey, bugün başladığımız yere döndük. O sırada whatsap’ta, sosyal medyada İstanbul’un dört bir yanından herkes yeni bir haber paylaşıyor. “Burada da askerler var, silah sesleri geliyor, tanklar çıktı…” Herşey bir kabus gibi. Hala inanmak istemiyorum. 

Haberin doğruluğunu anlar anlamaz eminim her müslüman önce gidip abdestini almıştır. Kur’an ve seccade. Çünkü yüzünü dönecek başka bir yer yok. Vatanı ve ümmeti koruyacak başka kimse yok. 

Evde tek başımayım ama Üsküdar hala sakin. Yalnız sokaktaki insanlardan darbe mi diye şaşkınlık nidaları yükseliyor. Evde televizyon yok. Ama yaz gecesi. Tüm İstanbul’un camları açık. Bildiri okunuyor. “TSK yönetime el koymuştur.” O sesteki korku. Rabbim bir daha yaşatmasın.
Herkes şokta. Çünkü herşey olmuş, bitmiş, gerçekleşmiş gibi. Yaşadıklarımız bir rüyaydı ve uyanmışız gibi. Gerçek kabusumuza gözlerimizi açmışız gibi.
Üsküdarda da herşey normal olmaktan çıkıyor. Semada savaş uçakları dolaşıyor. Gecenin kelimesi: Dehşet. 

Erdoğanın sesini duyduğumuz dakikalar. Yine sokaktan geliyor sesi. Çıt çıkmadan herkes onu dinliyor. Tüm mahalle sessiz. Benim içimden geçenler şunlar: “Sanırım bu sondu. Son kez onu böyle konuşurken duyuyoruz. Bir daha olmayacak.” Ve sanırım gecenin en zor anı da buydu. 

Tek bir cümle seçebildim. “Milletimi meydanlara davet ediyorum.” O dakikadan sonra tüm Türkiye meydanlara aktı. Kadın, erkek, yaşlı, genç, ırk, mezhep gözetmeksizin her şehirde meydanları doldurdular. Darbeyi engelleyenler de onlar oldular. Havaalanlarını, ele geçirilen kanalları kurtardılar. Şehit oldular, gazi oldular. Büyük bir korkusuzlukla imanlarından başka hiçbir silahları olmadan savaştılar. 

En büyük felaketimiz bölünmüşlüğümüzdü. Bu kadar kutuplaşmış bir milletin böyle tek yürek tek bilek olması Allahu Ekber nidalarıyla ellerinde bayrakları ile bir anda meydanlara koşmaları ya Rabbi ne azim şey. Bu insanlar mitinge gitmiyorlar ölmeye gidiyorlar. Tanklı tüfekli askerlere karşı koyuyorlar. Kendi askeri kendisine silah doğrultuyor. O da daha bir kaç saat önce evinde ailesi ile otururken belki yatmaya hazırlanırken bir anda sokağa çıkıp memleketini kurtarıyor. Hemde bunu yaparken tepesinde kendi malı olan, Türk Devletinin F16’ları uçuyor. İstanbul savaş alanı gibi, her yerde çatışma haberleri, teşebbüsler, onları durdurmaya çalışan halk, şehit düşenler, silah sesleri, patlama sesleri, arkalarında dua ordusu. “Allah’ım onlara sabahı gösterme.”

Gecenin bir yarısı minarelerden ezanlar yükseliyor ardından selalar. Her camiden bildiriler okunuyor. Selalar tüm gece susmuyor. Bir camide bitiyor diğerinde başlıyor. Onlar ne mübarek şeyler ya Rabbi. İçimizi yıkıyorlar sanki. Kalbimizi temizliyorlar.

İlk akla gelen yeniçeri ocağının kaldırılışı. Yeniçeriler artık öyle bir hal almışlar ki devletin dirliğini milletin güvenliğini tehdit eder olmuşlar. Ancak öyle de asiler ki bu ocağı feshettik demekle dağıtamazsınız onları. Saraydan Sancak-ı Şerif çıkarılıyor. Tüm İstanbulda ezanlar, selalar okunuyor. Tüm halk sancakı şerifin altında toplanmaya ve yeniçerilere karşı örgütlenmeye çağrılıyor. İstanbulda deyim yerindeyse bir seferberlik yaşanıyor. 

Bu halk Kurtuluş Savaşı’nda kendi milletinden olmayanla savaştı, onun karşısında sancağının etrafında toplandı ama böylesi çok acı. Düşmanın da senin dilini konuştuğunda, senin dinine inandığında, senin silahınla seni şehit etmeye kalktığında bunun acısının tarifi yok.

Çok şükür ki daha gün ışımadan güzel haberler geldi. Darbeciler büyük oranda püskürtüldü. Ancak son kozlarını da oynadılar. Gece 3’ten sonra evlerin tepelerinde uçarak son kez de olsa halkı dağıtmaya çalıştılar. Ancak tüm bunlar artık kamikaze saldırılardı. Günün ilk ışıklarıyla onlarca insanı şehit ettikten sonra köprüdeki askerler de teslim oldular. 

15-16 Temmuz bu neslin gördüğü en uzun geceydi. Bu milletin yazdığı en son destandı.


Sonra ne mi oldu? Sonra, daha çok vapura binmeye başladım. Daha çok yürüdüm. Daha çok baktım, daha çok düşündüm. 

Her sabah günün ilk ışıkları ile, her akşam güneşin batışı ile şehri izledim. Her vakit ezanları dinledim. İnsanların yüzlerine baktım. Denize baktım. 

Şükrettim. Nefes aldığımız her saniye şükretmemiz gerektiğini düşündüm. Ama bu kez kategorize edemedim. 

3 kategori : Müslümanlar, kafirler ve münafıklar. 

Müslüman ülkeleri düşünüyorum tek tek. Halk ya hunharca katlediliyor ya da düşmanı olduğu bir yönetimin eli altında zulüm içinde yaşıyorlar ki onlar şanslı azınlıklar. 

Müslümanlar öldürülüyor. Evet, yanıbaşımızda. Bizim bir gece katlanamadığımızı her gece yaşıyorlar. Her akşam evimize servis ediliyor görüntüleri. Ama dur diyemiyoruz.

Diğer yandan daha Mısır'da olanlar yeni, anılarımız taze. İnsanlar meydanlarda şehit oldular. Liderleri terörist ilan edildi ve ellerinden alındı. Şimdi dinlerine düşman bir asker ülkelerini yönetiyor.

Müslüman ülkeleri bu iki acı kategoriye bölebiliyorum. İkisinin nedeni de temelde aynı. Halkın kendi içinde bölünmesi. Müslüman olmayan kategorilerin körüklediği iç savaş.

Bir de bizi düşünüyorum. En büyük sorunumuz birbirimizi sevmemek zannederdim. Kalplerden şüphem vardı. Ama o gece gösterdi ki bu millet hala bayrağı altında toplanabiliyor, hala meydanda tekbir getiriyor. Abdestini alıp sokağa, ölmeye koşuyor.Topa, tüfeğe, tanka karşı göğsünü siper ediyor. İslamın son kalesi olarak kalmış vatanını müdafaa ediyor.

Tüm bunların tek bir manası var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. Kalbimize imanını koyuyor, planları tersine çeviriyor, duamıza icabet ediyor.

Hala kendi vatanımızda yaşıyoruz, vatanımızda dinimizi yaşayabiliyoruz, her vakit ezanlarımızı dinliyoruz, atalarımızın bize bıraktığı camiilerimiz hala bizim, kendi tarihimiz içinde yaşayıp, kendi dilimizi konuşabiliyoruz. 

Dünyada bu nimetlere sahip o kadar az müslüman var ki gereken şükrü eda etmekten, gerektiği gibi yaşamaktan fersah fersah uzağız. Yine de emin olduğum bir şey var: Rabbimiz herşeye rağmen hala bizi çok seviyor. 


30 Haziran 2016 Perşembe

Yaz, Gece ve Ramazan…


Hatırladığım ilk ramazanlar kış ramazanları.
Hatırladığım en güzel iftarlar; soğuk kış akşamları okuldan çıkıp sokak lambalarının aydınlattığı yalnız sokaklarda aheste aheste yürüyerek eve vardığım, geniş ailemi masamızın etrafında toplanmış bulduğum okul üniformamı çıkarmadan oturduğum sofralarda yaptığım iftarlar. 

Sonra, nasıl oldu anlamadım ne üniformam kaldı, ne de soğuk akşamlarda eve döndüğümde masa başında beni bekleyen geniş ailem. Birdenbire yaz ramazanlarında bulduk kendimizi. Yaz ramazanları benim için biraz da gurbet demekti. Hep uzakta geçtiler. Türkiye’de, İstanbul’da yaz ramazanı nasıl oluyor ilk defa bu yıl şahit oldum.

Şüphesiz ki ben yaz insanı değilim. İlkbahar gibi serin, mutedil vakitlerin çocuğuyum. Ancak bu sene anladım ki yazın ramazan bambaşka bir şeymiş. Ramazan; bir şehre, bir mevsime, bir mevsimin gecesine ancak bu kadar yakışırmış.

“Ya hu ne diyorsun, kaç yıl oldu yazın ramazan yapalı, senin olduğun yerlere ramazan gelmiyor muydu?” demeyin. Ben Türk Ramazan’ından bahsediyorum. Evet, başka memleketlerde de ramazan geliyordu, hatta oralarda insanlar, Türkiye’dekilere oranla daha fazla oruç tutuluyordu. O zamanlarda da düşündüm “yaz gecesi ne kadar yakışıyormuş ramazana” diye ama Türk ramazanları başka.

Her milletin bir dini yorumlayış şekli var. Bir ezan var, tek bir Kur’an var, her millet aynı namazı kılıyor ancak her birinin ezgisi, tonu, duygusu, belki bunlara yükledikleri anlamlar farklı farklı. İslam insanlara bu yorum imkanını tanıyan bir din. Bu yorumlara sahne olacak alanları açık bırakan bir din. İslam her coğrafyada, her millette güzel.

Toplumda bazı dini uygulamaların içi boşaltılıyor, bazı uygulamalar kalkabiliyor mesela kişi oruç tutmuyor, beş vakit namaz kılmıyor ancak ramazanda oruç tutulmasa da tüm aile iftar vakti sofrada yerini alıyor ya da normal vakitte namaz kılmayan kişi ramazanda camiiye teravihe gelebiliyor. Geleneği değiştirmek çoğu zaman dini uygulamayı kaldırmaktan daha zor olabiliyor. İşte biraz da bu yüzden İslam din ile geleneğin harmanlanmasını talep ediyor.



Türklerin dini anlayışlarında ve yaşayışlarında ilk fark edilen, diğer milletlerden ayrılan nokta: Estetik. Ancak zirve bir medeniyetin mahsülü olabilecek bir estetik algısı var. Bunu mimarisinde, yazısında, kıraatinde, yaşayış tarzında, geleneğinde, adabında ayan beyan görürüz. 

Mimaride mekanda vahdet emelinin peşinden koşmuş, yüksek kubbelerle, altın oranlarla, şehre silüetini veren görkemli yapılarla estetik zevkini ortaya koymuş. Bu kubbelerin altını nice özenli işlerle, yalnızca müslümanlara özgü sanatlarla süslemiş, yazısını zirveye taşımış. Ezanın makamında, Kur’anın kıraatinde, namazını kılış şeklinde, kandillerinde hep kendi estetiğinin izini sürmüş.

Türklerin dini anlayışlarında dikkat çeken bir diğer önemli nokta da: Cemaat. Cemaat kavramı hiç şüphesiz tüm dinler için önemli. Ancak zannımca Türk toplumunda dinin cemaat içinde yaşanması ve bu cemaatin tek bir vücud oluşunun anlamı çok büyük. 

Mesela; Türklerin ekserisi Hanefi mezheptir. Bunun getirisi olarak camiide cemaat tek tip namaz kılar. Misal birlikte tekbir alır, birlikte selam verir. Bunun tek vücud olmakla çok ilgisi vardır. Herhangi bir Arap memleketinde namaz kıldığınızda aynı imamın arkasında namaz kılan cemaatte ufak detayların insanları farklılaştırdığını görürsünüz, eller farklı aralıklarla kalkar-iner, usul-erkan farklılaşır, selamlar aynı anda verilmez. Bu, o tek vücud olma duygusunu ne yazık ki elimizden alan bir şeydir. Oysa Türkiye’de ekseri cemaat imamın arkasındaki tek bir vücud gibidir. Tabii farklılıkların İslam’da yeri var dedik. Maksadımız mezhep taassubu değil ancak tek vücud olmanın getirdiği hissiyatı anlatmaktır efendim.

Şimdi dikkat çektiğimiz bu iki prensip ışığında gelin Türk Ramazan’ına bakalım. Türk Ramazan’ı; Geceleri şehrinde ayrı bir bayram havası, hareketlilik olan, mahyaların avlularını aydınlattığı, sokaklarında iftar yapılan, gece yarılarına kadar teravih kılınan, kimselerin uyumadığı, Üsküdar gibi güzel ramazanlardır.

Tüm bu ritüeller bir cemaatle yapılır. Caddeler boyu sofralar kurulur, sokaklara masalar atılır, tüm gece insanlar evlerine girmeden beraber yaşarlar ramazanı, camileri doldurur omuz omuza namaz kılarlar, birlikte dağılırlar camiden, gece yarısı güven içinde evlerine dönerler. Gece tüm komşuların camı açıktır, davulun sesi tüm evleri doldurur, herkes aynı nedenle ayaklanmıştır. Bu cemaat oluşun, “bir” oluşun sokaklara dökülmeye en müsait olduğu vakitler gecelerdir.


Bir kaç ay önce bir kitap okudum: Geceleyin Dersaadet (Bekir Ayvazoğlu). Geceyi seven bir adamdan, geceyi anlatan, gecelere methiyeler düzen bir kitap; özellikle de İstanbul gecesine. Şehrin henüz ışıklandırılmadığı zamanlardan bahseder. Gece olunca müslüman şehirlerinde hayat biter. Ancak ramazanlar istisnadır. O vakit halk geceleri sokaklara dökülür, ramazan eğlencelerine katılır. Yani o zaman dahi ramazanın geceyle ile bir ilgisi vardır.

Romantiklerin -ve de karamsarların- bir özelliği de geceye olan aşklarıdır. Bu kitap da beni ismiyle kendisine çekmişti. İçinde geceye dair çokça güzel pasaj vardır:

“Gündüz ne kadar çiğ ve keskin başlar, ne kadar kamaştırıcı ve ruhaniyetsizdir! Gece ise bizi itina ile, ağır ağır, sinesine sarar sarmalar, ruha uhreviyetle dolar. Gece olunca kendi benliğimizle karşı karşıya kaldığımızı görürüz; gündüzün herşey yalancı bir ışık oyunuydu; ziya bolluğundan görüyoruz zannederek koşuşan körler, sersemlerdik. Oh işte gece oluyor, gözlerimizi loşluk okşamaya başladı, gönlümüze karanlığın ruhu indi, kendimize gelir, kendimizi bulur gibi oluyoruz. Artık neşemiz hakiki neşe, derdimiz hakiki derttir. Güneşin hokkabazlığı bunları tağşiş edemez.
Hem geceler ahlakımızın asıl mimarlarıdır. İyiler geceleyin daha iyi olur, fenalar daha fena. İnsan vicdanının şulesini ve dimağının fosforunu ancak gecelerin karanlığı içinde görebiliyor.

Tebessüm ve gözyaşı kahkaha ve feryat bunlar geceye daha ziyade uyuyor. Matem ve ahenk gecelerin yakışığıdır… Medeniyet bile geceleyin daha mahsus… Bütün büyük eserler, hatta insanlar bile ekseriyetle gecelerin mahsülüdür.

Geceyi kaldır, daima güneşli bir dünya ne kadar can sıkıcı ve kaba olurdu.”

Gece her daim daha mistiktir, insan kendiyle başbaşa kalır. Bazen derdiyle, bazen neşesiyle, sevdiğiyle ya da sevdiğinin hayaliyle başbaşa kalır, gece. Ancak gece de mevsimden mevsime mahiyet değiştirir. Kış geceleri, evin sıcağına saklanılan, uzun yalnızlıkların, uzun uykuların gecesidir. Yaz geceleri mutlu gecelerdir. Akasyaların altında, balkonlarda geçirilen, yıldızlara bakılan gecelerdir, birlikte olunan gecelerdir.

Ramazan ise bizim kutsalımızdır, mistiktir, onun ayrı bir ruhaniyeti, ayrı bir atmosferi vardır. Gelir sımsıkı sarar etrafımızı. Sanki bir ay değil de kendi başına bir varlık gibidir. Aynı zamanda bahsettiğimiz gibi cemaat olduğunu en çok hissetme ayıdır da. Bu cemaat yaz gecelerinde sokağa dökülür, cemaat oluş en güzel yaz gecelerinde hissedilir. Bu nedenle de yaz, ramazana en uygun mevsim; yaz geceleri de cemaat oluşumuza en uygun gecelerdir.

Üsküdar’da, Yeni Valide’nin vakur yapısı altında, firuze mihrabın karşısında, Rahman suresi ile kılınan teravih, bu kubbe altında çınlayan ayetler, ilahiler, kasideler… İnsan her seferinde bu medeniyete hayran olmaktan kendini alamaz.

Bir ramazan daha geçip gidiyor… Yılın en mutlu zamanları sona ermek üzere…
Rabbim bu ümmetin, müslüman şehirlerin ramazanını ayaklar altında çiğnetme.


17 Mayıs 2016 Salı

Bana Mutluluğun Filmini Çekebilir Misin, Abidin?

Bir şeyleri kategorize etmek insan hastalığı. Beynimiz bu şekile çalışıyor o nedenle “beni kategorize etme” marjinalliğine bir son vermemiz gerek. Kategorize etmek ya da kategorize olmak doğru ayrımlar yapıldığında pek de kötü bir şey değil, hayatı yaşanılır ve insanları anlaşılır kılıyor. 

İnsanları kategorize etmenin pek çok yolu var. Benim en sevdiğim ayrım ise Realistler-Romantikler versusu. Sen bu kategorilerin neresindesin diye sorarsanız pek tabi “İflah Olmaz Romantikler” bölümünde. Bu kategorideki insanların mutsuz sonlara kalbi dayanmaz.  Eğer bir yazar olsaydım sadece mutlu sonla biten hikayeler yazardım -sanırım bu nedenle Jane Austen- ve bir gün bir film çekecek olsaydım mutluluğun filmini çekerdim.

Peki mutluluğun filmi nasıl çekilir?

Şüphesiz ki bir filmin en önemli sahnesi açılış sahnesidir. İzleyiciyi filme bağlayacak olan sahne tam olarak budur. Film kimi zaman olayların düğümlendiği andan başlar daha sonra en başa dönülür - ki bence en eğlenceli olan budur-, kimi zaman son sahne ile açılış yapılır, kimi zamansa kronoloji olduğu gibi takip edilir. Açılış sahneleri başlıbaşına bir tez konusu olsa benim gibi hikayeleri en başından anlatmayı seven biri tahmin edersiniz ki kronolojik sıralama ile olayları anlatmayı tercih edecektir.

Ancak, kronolojik akışa karar versek bile bunu hayata geçirmenin pek çok yolu var. Misal; “Herşey güneşli bir bahar gününde başladı” diyebilir kahramanımız -evet çok klişe-, ya da kahramanımızın absürd mizah anlayışı ile süslenmiş monoloğu ile açılabilir film -ki sanırım bu kulağa daha Menteşvari geliyor.-

Fakat benim tercihim kahramanın günlük rutinini anlatan açılış sahneleri. Bunlardan birini muhakkak izlemişsinizdir. Genellikle kahramanın yüzü görünmez, yönetmen onun rutinini ayrıntılara odaklanarak perdeye taşır. Arka planda filmin tarzına uygun bir müzik çalar, bu açılış sahnesi kahraman hakkında film boyunca en çok bilgi edinebileceğiniz sahnedir.

Bu tarz açılış sahnelerinin en güzel örneklerinden birini Dexter’ın jeneriğinde görmemiz mümkün. Dexter; ruhu hasta bir adam, bir seri katil ancak dışardan bakanlarca zararsız, kendi halinde biri, bir baba.  Dizinin jeneriğin Dexter’ın her gün evden çıkmadanki rutinini izleriz. En sıradan, zararsız günlük işlerin aslında ne kadar vahşi ve kanlı(!) olduklarına tanık oluruz. Arkada çalan hafif sarkastik fon müziği de dizinin ironik yönünü ortaya koyar.


Ancak unutmayalım ki biz mutluluğun filmi çekiyoruz. Kahramanımız, bahar güneşinin ilk ışıkları ile gözlerini açar, açık pencereden yeni uyanan şehrin sesleri gelmektedir. Yeni güne hazır bir halde yatağından kalkar ve radyonun düğmesine dokunur. Çalan şarkı eşliğinde hazırlanır; güzel, tarih ve deniz kokan şehrine adımını atar ve olaylar gelişir. -Evet bu da oldukça klişe ama klişeler içerisinde mutlulukla alakalı bir şeyler var bence.-

Kafamda mutluluğun filminin bu sahne ile başladığına dair fikir ilk ne zaman oluştu hatırlamıyorum ancak insan iyi uyuyup, erken uyanınca, gözünü açtığı gün güneşli bir bahar günü olunca bir de denizi ve tarihi olan harika bir şehirde yaşıyorsa bundan daha güzel bir mutluluk tasviri aklıma gelmiyor açıkçası.

Buraya kadar herşey güzel, peki ya müzik? 

Genelde konu bir şekilde müziğe geldiğinde insanlar birbirlerine sorarlar: Hangi tarz müzikten hoşlanırsın? Bu benim için oldukça zor bir soruydu. Çünkü bu “şu tarz dinlerim” deyip cevaplayabileceğim bir soru değil. Bu soru karşısında uzun uzun cümleler kurmak ve sonunda yine hiçbir şey anlatamamış olmak durumunda kalırdım. Ta ki “Im Juli” yi izleyinceye dek. Orada esas oğlan, esas kıza bu soruyu sorar, Juli de cevap verir: “Eski ve güzel şarkıları severim.” İşte ben  tam o sahnede yıllardır aradığım cevabı buldum. “Eski ve güzel şarkılar” blogumuzun adı da işte buradan geliyor.

Bazı şarkıların dinlendiğinde günün kötü geçme ihtimalini azalttığına inanıyorum. Telefonumda sırf bu amaçla hazırlanmış “Güne güzel başlayalım :)” adında bir liste var. - Evet en başında bir romantik olduğumu söylemiştim.- İşte açılış sahnemize de bu müziklerden birini filmin hikayesine/tarzına uygun olacak şekilde yerleştirmeyi düşünüyorum. Filmimizin konseptine de uygun olarak yalnızca eski, güzel ve mutlu şarkılar… Sizi bu taraftan alalım efendim:

5- Wonderful Life - 1987


4-La İsla Bonita - 1986


3-English Man in New York - 1972


2-I Wanna Hold Your Hand - 1964


1-Forever Young - 1984


(Bu liste neden ingilizce şarkılardan oluşuyor derseniz. Sanırım, batılı zevkler edinmenin ve  bu film düşüncesinin seküler oluşundan kaynaklanıyor, fonda direkt olarak bu şarkılar çalmaya başlıyor.)

7 Mart 2016 Pazartesi

Kayıp İstanbul'un İzinde Bir Başka Kıyı: Balat

Dünya üzerindeki en güzel şehir İstanbul ve en güzel devir 16-18. yüzyıl ise ve biz İstanbul’da yaşıyorsak ancak hala zaman makinesini icat edememişsek o halde elden o zamanın izleri peşinden koşmaktan daha fazlası gelmez. İşte Kuzguncuk aşkı da bu anlayışın ürünüdür. Ancak eski İstanbul pek tabii Kuzguncuktan ibaret değildir. Evet efendim bu uğurda yollara düşen muhabiriniz Balat’tan bildiriyor. 

Balat, Osmanlı zamanında gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölge. Burada pek çok tarihi kilise ile karşılaşmanız mümkün aynı zamanda 15. yy’da İspanya’dan kaçan Seferad Yahudilerinin de yoğun olarak buraya yerleştiği söyleniyor. Bugünse hala ayakta olan tarihi evleri ile ziyaretçilerini ağırlıyor. 


Ancak Balat’a misafir olacaklara ilk tavsiyemiz odur ki karşılarında Kuzguncuk gibi bir mahalle çıkmasını beklemesinler. Balat ve Kuzguncuk iki ayrı yakanın iki ayrı köşesi. Evet ikisi de eski İstanbul’da birer sahil mahallesi, her ikisi de zamanında gayrimüslimlerin yaşadığı birer köşe. Lakin Balat eskide olsa betondan evlere mekan olurken, Kuzguncuk’ta ahşap cumbalar nefes alır. Kuzguncuk hali hazırda zengin bir mahalle iken Balat maalesef ki fakir ve bakımsızdır. Bu haliyle İstanbul’un gülümsemeyen yüzüdür ne yazık ki. Kuşkusuz Kuzguncuk’ta da harabelere rastlamak mümkün ancak orada insanların yaşadıkları evler bakımlı ve restore edilmiştir oysa insanlar Balat’ta harabe denilebilecek evlerde yaşar.



Lakin tüm bunlar yine de Balat’ta dolaşırken karşılaşacağınız güzellikleri örtemez. Evvela burası eski evlerin olduğu bir mahalle bu demektir ki Balat’ta görülecek onlarca güzel kapı ve pencere var. Burada dolaşıp yalnızca renkli kapılarını ve pencerelerini dahi fotoğraflayabilirsiniz.


Bu pencereler size kimi zaman beklenmedik güzellikler verebilir. Bu küçük beyefendi gibi. Kendisinin oraya neden konduğunu anlayamasak da…



Balat’a girdiğinizde sokakların arasında kaybolmanız işten değil ancak muhakkak görmeniz gereken nokta Merdivenli Yokuş. Bu noktada metrekareye düşen fotoğraf makinesi sayısı insan sayısından oldukça fazla. Yine de insan doğallığın peşinde koşan yapaylığın içinde bile hayal kurabiliyor. Düşünün bir baba beş oğlu için de birer ev yaptırıyor. Yokuş boyunca uzanan bu evlerde yaşayan 5 kardeş. 5 evde 5 farklı aile. Onların hayatları, ilişkileri, mutlulukları, kederleri, sevdaları, kıskançlıkları, öfkeleri ve arka planda koca bir İstanbul. Belki bir gün…

Bir diğer görülesi nokta ise Kırmızı Mektep yani Fener Rum Lisesi. Okulun kuruluşu İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in 1454‘te Ortadoksların kendi dillerinde eğitim görebileceklerini bildiren fermanı yayımlamasına dayanıyor. Tarih boyunca önemli isimler yetiştirmiş bu okulun bugünki binasının bulunduğu arsa okulun mezunlarından Prens Dimitri Kantemir tarafından bağışlanmış, mimarı ise yine okulun mezunlarından Mimar Dimadis. Bina Fransa’dan getirilen kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş ve 1881’de tamamlanmış.

 Balat’ta dar sokaklar arasında dolaşırken Sancaklar Yokuşu’nda görkemli yapısıyla karşınıza işte  bu güzelim yapı çıkıyor. Yakınındayken bütününü görmek mümkün değil ancak Haliç’ten baktığınızda okulun büyüklüğünü ve görkemini oldukça net görebiliyorsunuz. Bir kere kırmızı, daha ne olsun.

   Gezmekten yorulduğunuzda butik kafeler size soluklanma imkanı tanıyor. Bunlar içerisinde ilgimizi çeken sarı çerçeveleri ile bu küçük hobbit evi oldu. Her köşesi ilginç ve eski şeylerle donatılmış iki katlı bu evde oldukça hoş lezzetler tadabilir, güler yüzlü insanlarla tanışabilirsiniz.


 Aynı zamanda evin mükemmel ışık alan bir noktada olduğunu ve şahane fotoğraflara kaynak olduğunu da belirtmeden geçmek olmaz. Muhakkak görün derim.

 Lakin tüm bu güzellikler yine de gidip ahşap ve bahçeli bir eve hayran olmamızı engellemiyor. Sadece bir resim olsa bile…
  
İnsan böyle bir varlık sanırım. Önüne dünyaları da serseniz gönlünde ne varsa gözü bir tek onu görür. Balat’ta da gider Kuzguncuk’u arar. Kuzguncuk’ta evinde hisseder de Balat’ta gurbettedir. Peki hiç mi bir mekan yok kendine ait hissettiren. Var. Bir yer var ki evin huzurunu veriyor insana: Derviş Baba Kahvehanesi.
Sakin ve loş bir köşede bir bardak çay ve biraz müzik huzur için yeterlidir. İşte Derviş Baba bunun kanıtı. İnsanlarını ve kendine has o havasını sevmemek mümkün değil. Tekrar Balat’a gitme isteği veren, mübtelası olunası tek mekan. Modern zamanların meczuplarının uğraması salık verilir. 






 Tüm bunların haricinde güzel gözler, güzel sözler, eskiliğe direnen yeşiller için gidip görmeye değer efendim. Yaşamaya çalışırken ölenlerin dünyasından bolca selam...



.

19 Şubat 2016 Cuma

Gerçek Dünyadan Uzaklarda İran Sinemasına Bir Bakış: Baran ve Allah Yakındır

Gerçek dünya diye bir yer yok. Yaşadığımız yer baştan aşağı kurgulanmış. Elimize verilmiş bir senaryoyu oynayan aktörler/aktrisler gibiyiz. Geçtiğimiz yüzyılın başında belki de elimizde kalan son özgün karakterleri de kaybettik. Maalesef artık hepimiz birer “tip”iz, birer “karakter” olamıyoruz.

Doğu ne zaman ki Batı karşısında mecalsiz kaldı; kültürünü, Batı kültürüne kurban etti. Onlar gibi giyindi, onlar gibi konuştu, onlar gibi olmak istedi. Oysa Batı maddeyken Doğu ruhtu, Batı fizikken Doğu metafizikti. Şimdi ise Cündioğlu’nun dediği gibi "Metafiziğini yitirmiş bir dünyanın çocukları çaresiz."

Artık dünya küçük bir kasaba. Bu kasabanın tek bir modası var, tek bir dili, bir tek düşünüş şekli var. Akıllar artık yönetmiyor, yönlendiriliyor. Hem de seve seve, güle oynaya teslim oluyor kendi katiline. Filmlere, reklamlara, markalara kendi rızası ile teslim oluyor insan. Ne biliyorsak onlardan öğrendik. İdeal hayat nasıl olmalı, ne yenmeli, ne içilmeli, nasıl konuşulmalı, ne almalı, ne tüketmeli? Ama illa ki tüketmeli…

Maddemiz konusunda modaya tabî oluşumuz yetmezmiş gibi maneviyatımıza da el koydular. İnsan nasıl sever, nasıl aşık olur, sevince ne yapar, ne yapmaz bunlara da onlar karar verir oldu. Daha doğrusu karar veren insandı ama karar mercini çoktan kendine dayatılanlara terk etmiş olan insan, artık öğretildiği gibi bir iç dünya kuruyordu kendisine.

Daha önce biraz da olsa “öğrenilmiş romantizm”den bahsetmiştik. O da bu öğrenilmişlik zincirinin bir parçası. Peki nedir bu öğrenilmiş romantizm? Efendim şöyle anlatmaya çalışalım; öğrenilmiş romantizm; tüm dünyaya pazarlanan ‘özel günler(!)’dir, kırmızı güller, mumlar, balonlardır, tüm dünyaya duyurarak yapılan evlilik teklifleridir, aşk nedir sorusuna midende kelebeklerin uçmasıdır gibi cevaplar vermektir… Yani genelin romantiklik olarak algıladığı bu ve benzeri faaliyetlerdir. Eğer genel onun arkasından gidiyor ve onu arzuluyorsa, o şey bu öğrenilmiş kültürün bir parçasıdır.

Peki, nasıl öğrenildi tüm bunlar? Cevap oldukça tahmin edilir: Hollywood sayesinde. Pek tabii başka etkenler de var ancak en etkili sebep Hollywood. Tüm filmlerde söz birliği etmişcesine birörnek romantizm anlayışı sunulur izleyiciye, dizilerle reklamlarla desteklenir; bir kültür böylece beyinlere kazınır, toplum bu kültürle şekillenir, sosyal medyada insanlar öğrenilmiş yaşamlarının her anını afişe ederler… Buyrun nurtopu gibi bir algınız var artık, kendini popüler kültüre teslim etmiş bir algı. Sonuç:Tek tipleşme.

Peki bu işin bir alternatifi yok mu? Biz bu tek tip hayata mahkum muyuz? 

Öncelikle kurgulanmış bir dünyada yaşadığını fark etmen gerek. Sanırım bu ilk ve en önemli adım. Ancak beraberinde sancılı bir süreci getirecektir. Öyle ki artık içinde yaşanılan kurgu ağır gelmeye başlar. Sanırım burada en şanslı olanlar, tüm bu kurgulanmışlığın farkında olan insanlardan oluşan bir yakın çevreye sahip olanlardır.

Diğer yandan hiç şüphesiz ki alternatifler var. Filmler bazında düşünürsek; “bağımsız sinema” gerçeğini göz ardı edemeyiz. Hollywood’la kıyaslandığında yerel sinemalar çok daha ‘gerçek’tir. Tabi 'kimin gerçeği' sorusunu sormak gerek. Avrupa sinemasından sevdiğin bir filmi izlerken ekrana gülümseyerek bakarsın ama orası uzak bir diyardır, başka insanların başka hisleri. Doğu’nun hislerini yansıtmaz. Çünkü Doğu ile Batı aşkı aynı anlamaz, aynı yaşamaz. 

İşte, tam bu noktada karşımıza bir başka gerçek çıkıyor: İran Sineması. 

Evvela genellemelerden kaçınalım. Bir kümenin tüm elemanları birbirinin aynı olmaz. Bu her alanda böyledir. İran’dan şahane filmler çıktığı gibi, vasat ve belki kalitesiz filmler de çıkabilir. Ancak İran’ın son dönem yükselen bir sinema olduğu ve çok kaliteli işlere imza atıldığı ortadadır. 

İran fimlerinde, insan ve kültür olduğu gibi ve başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarılır. Gerçek duygular vardır filmlerde; gerçek çaresizlik, gerçek sevgi, gerçek sadakat… Ve Doğu'nun anladığı manada çaresizlik, sevgi, sadakat... vardır bu filmlerde. İran Sinemasının bu başarısı aynı zamanda “Kaliteli sanat baskı altında ortaya çıkar.” savını da destekler niteliktedir. Tabii tüm bunların altını dolduran gelenek ise en önemli unsurdur. 

Örnek olarak İran Sinemasından pek çok film zikredebiliriz ancak üzerinde durduğumuz asıl konu öğrenilmiş romantizm Öyleyse. burada İran Sinemasından gerçek aşkı anlatan iki filmle alternatifimiz yok mu sorusunu cevaplayalım: Baran ve Allah Yakındır.


BARAN (2001)

Baran, bir Mecid Mecidi filmi.

Latif, inşaatta çalışan genç bir işçidir. Latif’in diğer işçilere nisbetle daha rahat bir işi vardır, inşaatın alış-verişini yapar, işçiler için yemek hazırlar. Ancak Latif’in pek de ismi ile müsemma bir genç olmadığını görürüz, kavgacı bir yapısı vardır, paraya da çok düşkündür.

Bir gün Afganlı bir işçi olan Necef, çalışırken düşer ve bacağı kırılır. Latif’in hayatını değiştirecek olaylar zinciri böylece başlar. Necef’in oğlu Rahmet onun yerine inşaatta işe başlar. Ancak inşaat işi için küçüktür. Latif’in yine bir kavgaya karışması neticesinde artık onun yaptıklarından bıkan Memar -inşaatın başındaki kişi-, Latif’i işinden alarak onun işini Rahmet’e verir. Latif artık inşaatta  sıradan bir işçidir. Bu olanlar Latif’in daha da hırçınlaşmasına yol açar.

Ancak bu noktada Latif’in hayatı bir dönüm noktasına uğrar. Latif aşık olur.




ALLAH YAKINDIR / HÜDA NEZDİK EST (2006)

Allah Yakındır’ın yönetmeni ve senaristi Ali Vazirian. 

Rıza, annesi ile yaşayan, motor taşımacılığı yapan kendi halinde bir gençtir. Ancak O, diğer insanlardan biraz farklıdır. Rıza çevresindekilerce biraz saf kabul edilir. -Halk arasında safdil olarak adlandırılan bir kişi- Ancak oldukça temiz kalplidir.

Bir gün Rıza’nın motoruna bir adam biner. Rıza, onu Kulude köyüne götürür. Köyün yolu bozuk olduğundan ulaşım motorlarla sağlanmaktadır. Rıza’nın köye bıraktığı adam köy okulunda hademedir, burada Rıza, okula yeni bir öğretmen geleceğini öğrenir. Rıza, adamı bıraktıktan sonra yine şehre döner. Yolcu beklerken birden köyün yeni öğretmeni Benyamil (Leyla) Hanımı görür.Muallime Hanım, Rıza ile köye gider. Rıza, bundan sonra her gün Muallime Hanımı motorsikleti ile evinden alıp okula götürmeyi ve dersten sonra evine bırakmayı vazife edinir.

Rıza daha Muallime Hanımı ilk görüşünde sevdaya tutulur. Bundan sonra ise şiirlerle yoğrulmuş, naif bir Leyla ile Mecnun naziresi izlemeye başlarız.




-Bundan sonraki değerlendirmeleri filmleri izledikten sonra okumanızı tavsiye ederiz.-

Mecid Mecidi İran Sinemasının belki de en iyi yönetmeni. Baran’la da yine önümüze harika bir film koyuyor. Baran; aşkın ne olduğu sorusuna cevap veriyor. Aşk; iyi biri olmaktır. 
Latif, sert, hırçın bir gençken. Bir anda yüreğine bir kor düşüyor. Latif o ateşte pişiyor, yanıyor. Daha önceleri taş atarak kaçırdığı güvercinleri, sevdiği onları seviyor diye seviyor, besliyor. Bir bardak suyu saksıdaki bir çiçekle paylaşıyor. Hayatındaki en önemli şeyi, parasını, gözününü kırpmadan sevdiği harcıyor. Bu da yetmiyor kimliğini satıyor. Ve tüm bunları bir karşılık beklemeden yapıyor.  


Allah Yakındır ise Baran’a kıyasla çok da duyulmamış bir film ancak filmin naifliğinden mi yoksa başkahramanımız Rıza nedeniyle mi bilinmez en sevdiklerimiz arasındadır. Rıza’yı oynayan oyuncu mükemmel bir iş çıkarmış. Yukarıda da söylediğimiz gibi film bir Leyla ile Mecnun güzellemesi ve Leyla’dan geçip Mevla’yı bulma yolculuğu. 

Rıza, öyle saf bir kalbe sahiptir ki onun gönlüne giren sevda, Rıza’nın kalbinde kendisine mukavemet edecek hiçbir engel bulamaz, onun kalbini ele geçirir. Rıza, Muallime Hanım'ı ilk gördüğü andan itibaren onun aşkına boyanır. Ne yer, ne uyur. Ancak gün gelir Muallime Hanım'ın evleneceğini öğrenir. Bundan sonra artık Rıza eskisi gibi olamaz. Bir daha o kapıdan çıkmayacağını bilse de gece gündüz sevgilisinin mavi kapısında bekler de durur. 

Sonunda kendini bilmez bir halde yataklara düşer. Son bir umut onu alır türbeye götürürler. Türbenin başucuna bırakırlar. Rıza, baygın haldeyken bir zat ona görünür, rüyasında ona ekmek ve bal verir. Kendine geldiğinde aynı ekmek ve balı üzerinde bulan Rıza onları yer. Bundan sonra Rıza bambaşka biri olur. Onu da aşk ateşi pişirmiş, yakmıştır.

Bundan sonra Leyla’sı yine bir rüya vesilesi ile kendisine gönderilir de, o artık asıl aşkın ateşine düşmüştür, Leyla’yı geçmiştir. Ancak Leyla’sı da eski Leyla değildir. Onun da gönlüne aşk düşmüştür. Burada yine izleyiciye açık bir kapı bırakılmıştır. İflah olmaz iyimserler Rıza ve Muallime Hanım’ın yollara beraber düştüğüne sonuna kadar inanabilirler. 


İki film arasında pek çok ortak nokta ve benzer sahne mevcut. Her iki filmde de kahramanımız ilk görüşte aşık olur. Latif, sevgilinin aynadaki aksine, Rıza cemaline. Doğu’da aşk algısı böyledir. Aşık, Maşuk’a ilk görüşte vurulur.   

 

Her ikisinde de Maşuk’un ayakkabısı suya kapılır. Rıza, suya kapılan ayakkabıyı yakalayıp sahibine getirir. Baran’da ayakkabı çamura saplanır, Latif, ayakkabının çamurunu siler, sahibine getirir. Sanırım bu da Maşuk’un hizmetkarı olmak anlamına gelir. 


Rıza, Muallime Hanım’ın kendisine verdiği ilk parayı ve motoru tamir etmek için verdiği tek tokasını saklar, hep yanında gezdirir. Ta ki gördüğü rüyadan sonra iyileşinceye kadar. Bundan sonra tel tokayı yeğenine hediye eder, parayı da yaşlı bir kadına verir. Mevla’ya yüzünü çeviren kul, Leyla’dan halas olur. 


Latif ise Baran’ın yokluğunda onun oturduğu yerde oturur, onun gibi kuşları besler. Burada Baran’ın tel tokasını ve tokanın üstünde bir tel saçını bulur. Bu tokayı sürekli yanında taşır. Baran’ın Afganistan’a döneceğini öğrenen Latif duramaz, nereye gittiğini bilmeden koşar, soluk soluğa kalır. Kendini bir havuzun başında bulur, yüzünü yıkar. Sonra mescidin önünde olduğunu fark eder. Havuzun başında kasketini bırakır. Mescide girer. O geceyi mescidde geçirir. Ertesi gün sukunetle Baran’ın evine gider, eşyalarını kamyonete yükler, rıza içinde Baran'ın gidişine razı olur. Mecid Mecidi’nin yakın çekimi ile görürüz ki Latif’in havuz başında bıraktığı kasketinin yanına Baran’ın tokası ilişmiştir. Latif, Leylasını dışarıda bırakıp Mevla'ya teslim olur. Mevla’ya teslim olan Leyla’sızlığa razı da olur.


Gelgelelim iki filmin ince noktalarına. Küçük ayrıntılar her zaman önemlidir. Hele ki böylesi naif filmlerde. Baran’ın naif noktaları Mecid Mecidi’nin bizlere sunduğu eşsiz fotoğraf karaleri idi. 




Baran/Rahmet, hiç konuşmadı ama biz onun hissettiklerini Latif için bıraktığı bu bir bardak çay ile iki şekerden anladık. Sarrafların vitrinlerini süsleyen hangi taş bu denli değerli olabilir. Ya Latif'in bu çayı gördüğü an olduğu yere oturup kalışı...






Bir ömür bu andan daha yakın olamayacak iki aşık, birbirini bir daha hiç göremeyecek iki aşık... Ama bu kadarına bile razı, bu kadarıyla bile mutlu iki aşık.







Sonunda kalan sevgilinin ayakkabısının çamurdaki izi ve onu da silip giden yağmur.






Peki ya Allah Yakındır. Hangi sahnesini anlatmalı. Rıza’nın Muallime Hanım'ı ilk görüşü, “âb” dersini anlatırken onu izleyişi, ormanda kaldıklarında Leyla’nın okuduğu Hafız’ın şiiri, Leyla’nın bir sözü ile kalbi unufak olan Rıza, elinde çiçeğiyle Leyla’nın kapısının önünde bekleyişi, sonra ormana gidip ağlayışı, sevdası, ateşi, rüyası, uyanışı, içten içe yanan o son hali ve en son sahne motorsikleti ile yola koyulmak üzere hazır olan Rıza, Leyla ile karşılaşır, ikisi de birbirlerinin yüzüne bakamazlar: 
“Artık Kulude köyü’ne gitmiyorum”
“Ben de artık Kulude’ye gitmiyorum”
Son görüntü: Taşımacılık yaparken Rıza'nın beline bağladığı Muallime Hanım’ın tutunduğu meyve kasası çiçeklerin arasında terk edilmiş bir haldedir.

İster artık yolları ayrıldı bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın isterseniz yolları ayrılmamacasına birleşti bu kasaya ihtiyaç kalmadı anlayın efendim.
  
“Geldi üzerime üç keder bir anda, yalnızlık, esaret ve sevgilinin hasreti.
Yalnızlık ve esaretin çaresi var ama, 

Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti… Sevgilinin hasreti…”