26 Ekim 2015 Pazartesi

ÜSKÜDAR’DA YAŞAMAK vol.2 : KARACAAHMET KABRİSTANI

Oldukça garip bir haftaydı. Ruh yorgunluğuna bir de beden katılınca üstüne kış gelip havalar da soğuyunca evden hiç çıkamayacağımı sanmıştım. Ancak uzun zamandır gitmeyi aklıma koyduğum bir yer vardı. Huzur vereceğine inandığım bir yer, Üstad’ın dizelerini okuduğum ilk günden bu yana hep merak ettiğim bir yer: Karacaahmet.

Dem bu demdir deyip Üsküdar’dan biniyorum otobüse ve Zeynep Kamil durağında iniyorum. Şakirin Camii’in biraz aşağısından giriyorum kabristana. Öğle vakti olduğundan Camii’nin çevresi kalabalık lakin ben ibadethaneden ziyade bir müzeye benzeyen bu Camii’ye hiç yaklaşmayıp kabristana yöneliyorum. -Pek kıymetli bir hocamızın görüşlerine olan saygımdan ve dahi kendi tarihi ve estetik kaygılarımdan olsa gerek klasik mimarimiz harici camiileri bizim hissedemiyorum-


Karacaahmet, Türkiye’nin en eski ve en büyük kabristanı. Yaklaşık 750 dönümlük bir alana yayılmış olan kabristana ilk fetih denemelerinden bu yana müslümanların ölülerini gömdükleri düşünülüyor. Adını Hacı Bektaşı Veli’nin bir müridi olan Karaca Ahmet Sultan’dan alan kabristan geçmişte şehir dışındayken bugün nüfus artışı ile artık şehrin yollarının kalbinden geçtiği bir konumda bulunuyor.

Daha kabristana girmeden ilk gördüğüm bu eski kabir taşları oluyor, yanıbaşlarında açmış sarı çiçekleri ile Yunus Emre’yi getiriyorlar hemen akla. Kim bilir Yunus da belki böyle bir hece taşının başında görüp konuşmuştur sarı çiçekle.

Karacaahmet’i görmeden önce metruk ve hatta güvensiz bir yer ile karşılaşmaktan korkuyordum lakin şükür ki korkularım boşa çıktı. Kabristan genel görüntüsü itibari oldukça bakımlı ve temiz. Karacaahmet Şehitlik Camii’nin karşısında park gibi düzenlenmiş bir bölüm bile var. Bir de camiinin sağ yanında güzel bir çeşme.

Zannettiğim gibi terkedilmiş de değil üstelik. Ziyaretçileri var kabirlerin, başlarında dua okuyanlar, sonra yeni getirilenler ve cenazeler. Kısa bir ziyaret sırasında bile üç cenazeye rastlamak mümkün lakin hayat o kadar ilginç ki hemen cenazenin yanından bir düğün arabası geçip gidiverebiliyor kabristanın içinde. 

Düğün ve cenaze yan yana. Tıpkı ölüm ve yaşamın yan yana oluşu gibi Karacaahmet’te. Burası İstanbul’un belki de en çok ölümü hatırlatan yeri iken bir yandan da yaşamı en iyi anlatan yer. İnsanların betonarme dünyasında aslında ne kadar az yaşam var. Burada; nefes alan ağaçları, rengarenk açan çiçekleri görünce anlıyor insan.



Karacaahmet’e huzur bulmaya gitmiştim, aradığımdan da fazlasını buluyorum burada: Sessizliği ve yalnızlığı. Ebedi olana en yakın olunan yeri keşfetmiş oluyorum bu şehirde. 
Burada her kabrin başında selviler var, Karacaahmet’te ağacın her nev’i, yeşilin her tonu mevcut. 
Dünkü yağmurlu ve sisli havayı beklerken kabristanda, birden güneş yüzünü gösteriyor. Bir ilkbahar günü gibi gülümsüyor yeşiller. Yeşile de güneş öyle yakışıyor ki hiç şikayetçi olamıyor insan bu durumdan. Ruhunun kasvetinin dış dünyadaki yansımasını bulmaya gidiyorum zanneden bir faninin küçük şaşkınlığı kalıyor geriye.

İstanbul’un her köşesinde yeni ve eski iç içe olur da İstanbul’un bu en eski durağında ayrılır mı yeni ve eski. Burada eski hece taşları ile yenileri birbirine karışmış durumda. Eskiler yorgun, yeniler  temelsiz yan yana bekliyorlar kabirleri.
Lakin yenilerin acemi duruşları yanında eskiler bir sanat eseri kalıyor tabii. Ulu bir medeniyetin estetik çizgisini, güzellik algısını görmek mümkün hece taşlarında. Öyle acı ki mezar taşlarına dahi yabancı olmak kendi kültürünün. Geleneklerimizi süremiyor olmamıza ne kadar hayıflansak az geliyor.

Aslında ne çok bizi yansıtıyor kabristanlarımız. Mezar taşlarımız üzerindeki hattımız, tezyinimiz. Hadi bunların hepsini götürdük diyelim bir başka coğrafyaya. Ya yeşilliği kabristanlarımızın. Mümkün müdür bu selvilerin uzanması göklere buradaki gibi? Kimden dinlemiştim hatırlayamıyorum lakin müslümanların başucundaki selvileri uluhiyetin bir simgesidir diyordu anlatan kişi.

Karacaahmet öyle büyük ki, adalara, sokaklara ayrılmış   belediye tarafından. Daha çok yaşlı insanları görmek mümkün kabristanda. İnsan, yaşı ilerledikçe ölümü daha çok anıyor sanki. Oysa 3 yaşında bebeklerin de kabri var Karacaahmet’te.

Kabristanda hiç kedi görmedim, burası gerçekten Üsküdar mı diyordum ki bu güzel gözlerin sahibi çıkıyor karşıma.


Okay Tiryakioğlu’nun Yıldırım Bayezid kitabından aklımda kalan bir ayrıntı var. Şeyh Hamidullah, Şehzade Bayezid’e hat dersi vermeye başlamadan önce onu alıp kabristana getirir ona kırk gün boyunca her sabah kabristana gelmesini ve her gün kırk farklı mezar taşını ezberlemesini ister. Gerçek midir menkıbe midir bilinmez lakin kırk gün boyunca ölümle bu denli içli dışlı olacak bir insan doğal olarak dünya hırslarından arî kalacaktır.

Bu menkıbenin de hatırası ile ne zaman bir kabristana gitsem mezar taşlarına dikkat kesilirim. Ölenlerin adlarını, yaşlarını aklımda tutmaya çalışırım. -Bir de kendi adımı bulmaya çalışırım lakin henüz rastlayamadım.- Karacaahmet’te mezar taşlarında okunacak pek çok şey var. Şiirler, özlemler, geride kalanlara seslenişler ve daha nicesi.Geride kalanların, sevdiklerinin acısı ile onlara seslenişleri ve özlemlerini ifade edişleri de görülmeye değer. 

Kabristanda kaybolmamak elde değil. Bilmeden, kontrol etmeden yürümek en iyisi o yüzden, nasibine ne çıkarsa ona razı olmak gerekiyor bu yürüyüşte. Böyle bilmeden yürürken karşına Peygamber sevdalısı şair Nabi’nin kabrinin çıkması ise güzel bir tevafuk tabii. 

Yüzyıllar geçmiş vefatının üzerinden, niceleri geçip gitmiş dünyadan, mezarları unutulmuş, adları bile kalmamış lakin Allah’ın sevdiklerini unutturmuyor demek ki. Bir de ibret olsun diye unutturmadıkları var ki şerlerinden yine O’na sığınırız.


Burada yürünen tüm yollar O’na çıkıyor. Yollar da menzil kadar olmasa da güzellikleri ile mest ediyor Karacaahmet’te. İnsan da yalnızca ebedi olanı düşünebiliyor böyle mekanlarda.

Ziyaret boyunca kulaklarımda hep Bab’aziz’deki zikir. Bab’aziz’deki gibi şimdi burada yatan dervişler kabirlerinden kalksalar; kefenleri, sarıkları ile uyansalar aklı başında kaç insan kalabilirdi acaba İstanbul’da ya da ondan önce şunu sormak gerekir belki, kaç insan var zaten aklı başınd a olan İstanbul’da?

İşte böyle, yorgun düşene kadar yürümek mümkün ya da belki kırk mezar taşını ezberleyene kadar kalmak kabristanda. Sonra yakınlarındaysanız Valide Atik’i ziyaret edip bu sakin camiiden insanların dünyasına dönmek daha az hasarlı olacaktır onların dünyasından kopanlar için. Ama siz siz olun daha kabristandan çıkar çıkmaz gördüğünüz ilk pazarın büyüsüne kapılarak yolunuzu şaşırıp Koşuyolu’na çıkmayın. Sonra akılsız başınızın cezasını ayaklarınız çeker de gerisin geriye dönersiniz. İnsanın da nisyandan geldiğini böylece kanıtlamış olursunuz.

…Velhasıl Hüve’l-Baki…

20 Ekim 2015 Salı

ÜSKÜDAR’DA YAŞAMAK vol.1 : KUZGUNCUK


Hafta sonu derslerimden azad olmak bana pek iyi gelmedi. Artık kendime vakit ayırırım derken yine günlük koşuşturmacalarımın içinde kaybolup gittim. Tam üç hafta sonumu bu şekilde heba etmişken bu hafta en sonunda yapılacaklar listemize tabi olmaya vakit bulduk.

Aklımda bir yazı dizisi var. Her hafta sonu Üsküdar’ın ayrı bir köşesini dolaşıp bir kaç güzel şey görüp biraz fotoğraf çekmeyi, yeni bir şeyler keşfetmeyi, sonra da bunları anlatmayı istiyorum. Bu hafta sonu ilk durağım Kuzguncuk’tu.  


Kuzguncuk’u, İstanbul’a geldiğim sene keşfetmiştim. Okuldan çıkmış yolları keşfetme sevdasıyla Bağlarbaşı’dan yola koyulmuştum. Küçük köylere benzeyen, müstakil evlerin olduğu mahallelerden geçtim. Boğaz’ın bu kadar yakınında olan bu mahallelere hala yeşilin hakim olduğunu görmenin şaşkınlığı sürerken belki ilk kez o zaman İstanbul’un ne çok yüzü olduğunu anladım. Bir yanda tarihi koca bir miras, bir yanda biçimsiz gökdelenler, diğer tarafta bu koca metropolün kıyıda köşede kalmış köyleri ve daha nicesi.

Daha İcadiye’ye varmadan yolların ruhu değişmişti. Eski İstanbul evlerine olan sonsuz sevgimi de hesaba katarsak Kuzguncuk’a adım attığım ilk anda bu semte vurulmuştum. Kafamdaki -daha doğrusu kalbimdeki- mükemmel yaşam alanının küçük bir prototipinin bu kadar yakınımda olup da benim onu ancak 18 yaşında keşfetmem bir geç kalınmışlık olsa da onu daha önce görseydim sanırım bu kadar etkilenmezdim.

      Kuzguncuk’u farklı kılan hiç şüphesiz tarihi dokusu. Bu küçük Boğaz semti eski İstanbul evlerinin büyük bir kısmını halen muhafaza ediyor. Evlerin büyük çoğunluğu müstakil, eski tarzda cumbalı evler ve büyük bir kısmı da restorasyon görmüş oldukça bakımlı ve güzel yapılar.

İnsan bu evlerin arasında, bahçelerinden taşan çiçeklerinin altında dar sokaklarda dolaşırken sanki zamandan kopup geçmişe yolculuk ediyor. Hep merak etmişimdir acaba özlemini duyduğum o devirlerde yaşasaydım hayat, gerçekten daha mutlu bir yer olur muydu? 

Gerçi bu sorunun cevabını Midnight in Paris filminde bulmuştum. Adam, hep geçmiş bir devrin hasretini çekiyor ve bir gün mucizevi bir şekilde o devre yolculuk yapma imkanına erişiyor ancak o devrin insanları da bir önceki dönemi hasretle anıyorlar ve sonunda adam anlıyor ki bu ulaşma imkanının olmayışından ileri gelen bir sevgi. Bir de yanılmıyorsam Im Juli’de, Juli “eskiye dair yalnızca güzel şeyleri hatırlarız bu yüzden geçmiş bize güzel gelir” der. Tabi burada kastettiği geçmiş günlük yaşamın sadece güzel yanlarını hatırlayıp sıkıcı ya da kötü yanları unutmaktır. 

Geçmiş devirler ne kadar zorlukları beraberinde de getirse yine de insan böylesi güzel bir evde yaşayıp arnavut kaldırımlı dar sokaklarda yürüyüp bahçeli evinde zarif fincanlardan çay içmeye özlem duyabilir.Kulağa fazla aristokratça gelse de böyle minik bir bahçede, ağaçların altında sevdikleriyle oturabilme ayrıcalığı sanırım herkesi mutlu edecektir.


Onca yapının içinde benim en sevdiğim evse bu konak. Onu ilk gördüğümde metruk eski bir binaydı. Yine böyle sarmaşıklarla kaplıydı. Sonra bir gün üzerindeki satılık ilanını kaldırdılar. Şimdi bu güzelim konakta Zahir Restaurant hizmet veriyor. Yemekler lezzetli, servisi de oldukça iyi. Tabi bunlar olmasa da sırf konağın içini gezmek için bile gidilmeye değer.



Kuzguncuk da Üsküdar’ın her bir köşesi gibi kedilerin istilası altında. Lakin Kuzguncuk’un kedileri diğer semtlerin kedileriden çok daha şanslı büyük büyük dedelerinin yaşadıkları sokaklarda yaşıyorlar. Dünyanın ne kadar değiştiğinin farkında bile değiller eski evlerin eteklerinde gezinip, uyukluyorlar. Fotoğrafçılara da güzel kompozisyonlar sağlıyorlar.






Fotoğraf demişken, Kuzguncuk’un yerlileri elinde fotoğraf makinası ile dolaşanlara pek hoş bakmıyor ne yazık ki. Hele ev sahipleri kapılarının önündeki çekimlerden bıkmış durumda. Onlara hak vermemek de mümkün değil. İstanbul’un tüm gelinleri Kuzguncuk evlerinin önünde fotoğraf çekinmeden yapılmış düğünü düğünden saymıyor. Çoğu evin kapısında da artık fotoğraf çekimi yapanlara karşı yasal işlem başlatacaklarını duyuran kağıtlar asılı.

Ancak insan bu masal dünyasını fotoğraflamadan da edemiyor. Yalnızca Kuzguncuk’tan bile koca bir kapılar koleksiyonu çıkarmak mümkün. Gün sonunda eve dönerken heybende kalan en değerli parçalar da bu güzelim kapı ve pencereler oluyor.

Yalnızca kapılar, pencereler, evler değil insanı deklanşöre basmaya iten her ne kadar arabesk gelse de kulağa pencerelerin kenarlarındaki saksılarından boyunlarını uzatan binbir renk ve görüntüdeki çiçekleri de boynu bükük bırakamıyor insan. 



Kuzguncuk’taki geziyi saatlerce uzatmak mümkün çünkü köşesini döndüğün her sokakta karşına ilginç bir şey çıkıyor. Mesela eski eşyalar, bir takım antikalar satan minik dükkanlar… Kuzguncuk da bunlardan da çokça var. 

1900'lerin ruhu hala yaşıyor. Neler yok ki dükkanlarda eski moda kıyafetler, şapkalar, takılar, kutular, tedavülden kalkmış paralar, ev eşyalarından, dikiz aynası, jant kapağına kadar saymakla bitirilemeyecek eski eşyalarla dolu buralar.
Bunların içinde belki birkaç hatıra bulmak belki kıymetli bir parçaya rastlamak olası ama hiçbir şey bulmasan da en azından böyle ilginç vitrinlerle karşılaşmak yeterli oluyor.

Kuzguncuk'a gelmişken bostanı gezmeden dönmek olmaz. Zaten küçük bir alan olan Kuzguncuk bostanı insanların bir şeyler ekip dikebildiği, çocukların oynayabildiği, gökyüzüne bakabildiği bir alan. 

Bostandan çıktıktan sonra ters istikamette Kuzguncuk’un içlerine tırmanıp kuşbakışı denizi izlemek de mümkün.

Tabii, denizi görmek için illa ki bu kör yokuşları tırmanıp, sayısız merdiveni çıkmaya gerek yok. Sadece cadde yürüyüşü bile denize ulaşmaya yetiyor.

Zaten denize açılmasa bu güzelim sokaklar eksik kalırdı ki gözler caddenin sonunda denize kavuşuyor. Sahildeki çınaraltı da özlemimizi gidermemize imkan tanıyor. Sanırım tek sorun güneşli günlerdeki kalabalık lakin kışın gidildiğinde bütün bir sahili yalnız başına yakalamak da olası.

Günün sonunu Kuzguncuk’un şirin mekanlarından birinde bir bardak çay ile ev yapımı kurabiye ya da çikolata ile yapmak mümkün. Ancak tavsiyem odur ki yanınızda iki kelam edebileceğiniz bir sevdiğinizi de götürün böylece kurabiye tatlanır, çay daha güzel kokar. 

Yalnız keşiflere çıkmak eğlenceli olsa da sevilen biri ile anları ve yolları paylaşmak, bir masanın iki ucunda oturup laflamak herşeye değer. Kimle gideyim de dememek lazım çünkü…
Sevdiğiniz biri mutlaka vardır…




















19 Ekim 2015 Pazartesi

Bu Bir Kavuşma Hikayesidir

Geçtiğimiz cuma günü oldukça güzel bir kavuşmaya vesile oldu benim için. Buraya notunu düşmesek olmaz lakin bu kavuşmanın anlam kazanması için herşeyi başından anlatalım.

Yaklaşık 6 sene önceydi. Annem eve kutu kutu kitaplarla gelmişti. Hem de kitapların hepsi benim için. Lisede, aile kitaplığımızın sonuna geldiğim, bulduğum herşeyi okuduğum, 1-2 günde yüzlerce sayfalık kitaplar bitirdiğim karanlık dönemlerdi :) Aslında hayatımın en rahat ve okumaya en elverişli yıllarıymış sonra anladım. Annem sürekli kitap almamdan, edebiyat kitapları okumamdan rahatsız, kitaplara ilgimin geçeceğini ümit ediyor, ilgim bittiğinde onları ne yapacağımızı düşünüyor ve bir süreliğine de olsa beni oyalamak için türlü yollara başvuruyor.

Komşumuzun bir kızı var Tuba Abla o zamanlar üniversitede okuyor. O da kitap düşkünlerinden. Annem ona benim durumumu anlatıyor ve okumam için bana kitap göndermesini istiyor. Tuba Abla da bana en sevdiği kitaplardan seçip yolluyor. Annemin eve getirdiği kitapların sırrı bu. Annemin kitaplarıma karşı oluşunun nedeni çoğunun roman olması ve bunları faydasız hatta zararlı görmesi. Tabi annem bilmiyor ki kendi eliyle bana getirdiği kitaplar benim okuduklarımdan da beter. 

Tuba Abla’nın gönderdiği kitapları özenle açıyorum. Çoğu daha önce okumadığım isimler, karşıt görüşlü yazarlar vs. Onun sayesinde pek çok yeni yazarla ve görüşle tanışıyorum, o zamanlar bunu tam olarak kavrayamasam da aslında o kitaplardan da oldukça faydalanıyorum.

Bu kitapların içinde biri var ki onca kitabın içinden sıyrılıyor ve yıllarca aklımın bir köşesinde benimle dolaşıp duruyor: Demirhane Müdürü. Kitap başlangıçta o kadar sıkıcı ki bırakmamak için kendimi zorluyorum (ki aslında herkesin sıkıcı bulduğu kitapları severim ancak bu kitabı ben bile sıkıcı buluyorsam). Sonra kitabın ikinci yarısında sayfalar su gibi akıp geçiyor ve sonunda kitap benim klasiklerim arasında yerini alıyor. 

Ancak geç bulduğumu çabuk kaybediyorum. Demirhane Müdürü, Tuba Abla’nın elimde kalan son romanlarından. Okuduktan sonra kitapları toplama zamanı geliyor ve Demirhane Müdürü de diğerleri ile aynı kutuya girip evinin yolunu tutuyor. 

Kitabı gönderdikten sonra ben yıllarca o kitabı arıyorum, lakin kitap eski ve basımı yok. Bizim küçük şehrimizde nereye sorsam kimse adını duymamış oluyor. Daha sonra o kitabı neden istemedim Tuba Abla’dan diye kendime kızıyorum lakin istemek hala dahi alışamadığım bir şey olduğundan bu ihtimal aslında baştan eleniyor.

E, yıllar yılları kovalıyor, İstanbul’dayım lakin aklımın bir köşesinde hala Demirhane Müdürü. Nerde bir sahaf görsem sorup duruyorum lakin yok. Ulaşamadıkça kıymetleniyor kitap. Geçtiğimiz hafta nereden geldiyse dilime dolanıyor yine. Anlatıyorum yine dostlar arasında hikayesini uzun uzun.

300 sayfalık roman 1800’lerde Fransa’sında geçiyor temelde aristokrasi-burjuva çatışmasını bir aşk çerçevesinde işliyor. Başına gelen birtakım talihsizlikler nedeniyle burjuvadan biriyle evlenmek zorunda kalan soylu kızımız, kocasını soylu bir aileden gelmediği için küçük görür. Oysa kocası kızımıza deli gibi aşıktır. Lakin düğünlerinden hemen sonra karısının kendisini sevmediğini, zorunluluktan evlendiğini anlayan müthiş gururlu esas oğlan, kibirli ve önyargılı karısı ile bir anlaşma yapar. Herkese karşı çok mutlu bir çifti oynayacaklar ancak birbirlerine yabancı olarak yaşayacaklardır.

Esas kızımızın istediği de budur. Anlaşmayı kabul eder. Böylece bu zengin ancak soylu olmayan adama “katlanmak” zorunda kalmayacaktır. Ancak esas oğlan, kolay kolay pes etmeyecektir, asi ve kibirli karısını yola getirmeye kararlıdır. Aşkını kalbine gömer ve karısına bir yabancı gibi davranır, onun kibrini bu şekilde kıracağına inanır. Dışarıdan oldukça mutlu görünen bu çift aslında aynı evde birbirini neredeyse görmeden, konuşmadan hayatlarını devam ettirir.

Aylar geçer, genç kız her gün kocasının ne kadar iyi, akıllı, dirayetli bir insan olduğunu farkına biraz daha varır, yavaş yavaş karakteri değişir, tavırları yumuşar, kocasına yakın olmak ister. Ancak kocası ilk günki anlaşmaya sonuna kadar sadık kalmaya kararlıdır. Lakin sonunda kızımız gururunu yener, kocasına sevgisini itiraf eder, kocası da onun sevgisinden emin olur. Çivi çiviyi söker misali bu asi kızı kendisinden de inatçı bir adam yola getirir ve romanımız mutlu son bulur.

Pek çok yönden Gurur ve Önyargı ile bağlantılar kurabileceğimiz bu roman, Gurur ve Önyargı ile birlikte benim en sevdiklerim arasında sırt sırta yer alırlar. Evet, kabul ediyorum hiç entellektüelce değil lakin bırakalım bir şeyler de entellektüel olmasın. 

İşte, geçtiğimiz cuma günü sahilde açılan Üsküdar Sahaf Festivalinde dolaşırken rastgele bir sahafa Demirhane Müdürü’nü sordum. Ancak içimde hiçbir ümit yoktu, bu kitabı o kadar sormuştum ve o kadar hayır cevabı almıştım ki. Lakin o da neydi sahaf bir-iki kitap karıştırdı ve eski ciltli bir kitap çıkardı. Gözlerime inanamadım. Oydu, yani Demirhane Müdürü. Yıllar sonra hem de çok daha eski bir basım -1963 yılı basımı- ve evet yıllardır zihnimi meşgul eden bu kitaba sonunda kavuşmuştum.


Uzun zamandır beni böyle mutlu eden bir sürprizle karşılaşmamıştım. Demirhane Müdürü yıllar sonra da olsa kitaplığımdaki yerini almış oldu. Bu hikaye de böylece mutlu sonlandı.



18 Ekim 2015 Pazar

Anlar, Fotoğraflar ve Kapıların Söylediği


Herhangi bir zamanda bulunduğu bir mekana daha sonra da gitme imkanına sahiptir insan. Güzel bulmuştur gider, hatırası vardır gider, tekrar tekrar yolu düşer oraya, belki her gün önünden geçer, belki çok uzaklardadır ama hep bir kavuşma ümidi taşır insan.

Oysa anlar böyle değil. Zamanın normal akışında geriye dönmek mümkün değildir. An, yaşanır ve biter. O an’ın büyüsünü aramak için geri döndüğün mekanlar da eskisi gibi olmaz bu yüzden. Bu yüzdendir nostalji sevgimiz, geçmiş geçip gitmiştir ve ulaşmak mümkün değildir ona tekrar. Buradan gelir belki de herşeyin eskisi makbuldür anlayışı. Evlerin, kitapların, şarkıların, insanların… 

Fotoğraflar da nostaljik şeyler. Çünkü fotoğraflar aslında zamanı resmederler mekanı değil. Bu sonsuzluk duygusu gibi bir şey tam olarak. Bir fotoğraf, bir an’ı dondurur ve bir daha hiç kaybolmaz o an. Ne zaman çektiğim bir fotoğrafa baksam aklıma ilk olarak onu çektiğim an gelir. Fotoğraftaki mekandan önce o mekanın içinde bulunduğum an’ı hatırlar ve tekrar yaşarım. Bir bakıma zaman makinesi diyebiliriz yani fotoğraflara ve sanırım bu yüzden seviyorum onları. Eski güzel bir an’ın hissettirdiklerini tekrar tekrar hissettirdikleri için ve o an’ın kaybolmasına izin vermedikleri için.

Bir de kapılar meselesi var tabi. Evlerin, konakların, camilerin, medreselerin, sarayların kapıları… Büyük, küçük, bakımlı, bakımsız, boyalı boyasız, ahşap, demir ama illa ki farklı kapılar… Her apartmanda girişi tutan yüzleri hiç gülmeyen, o soğuk çelik kapılar değil bahsettiğim, gerçek kapılar.

Yapıların da bir ruhu vardır çünkü. Sokakların, duvarların, kubbelerin bir ruhu vardır şüphesiz. Kapılar yansıtır ruhlarını yapıların. Hepsi başka bir şey söyler görebilene, durup biraz onunla ilgilenene. İşte benim onlarda gördüklerimden, fotoğrafladıklarımdan birkaç tanesi…
  Kimisi çiçekli bahçeler vaadeder …  Kimisine çok yakışır günbatımı…
 Kimi asma dallarının altında mutlu, mütevazi gülümser… Kimi aydınlıklara bakar ve yaşama…                                       

 Bir salonun en güzel süsü olabilir  
 Ya da gerçek bir sanat eseri… 
 İlmin kapıları mütevazidir lakin onlardan edeple geçilir… 
 İbadethanelerin kapıları huşu uyandırır ve boyun eğme isteği… 
 Bazıları ketumdur, sır vermez… 
 Bazıları ise pek çok mahluktan daha şanslıdır ki Aksa’ya açılır kanatları… 

10 Ekim 2015 Cumartesi

Küçük Ayrıntılar İle Eski Ve Güzel Şarkılar

20. yüzyılın sonlarında küçük ve güzel bir Karadeniz şehrinde dünyaya geldim. 18’ime kadar bu küçük deryanın balığıyken üniversitede kendimi birden İstanbul denilen koca bir dünyada buldum. Tabi, balığın sudan çıkması kolay olmadı lakin bir kez zorun tadını aldıktan sonra hayatta bir daha hiç kolay bir şeye talip olamadım.

Bugüne kadar yaşadıklarımı, yaptıklarımı, gördüklerimi hep biriktirdim. İleriye dönük yazma planları kurdum ancak artık anladım ki hiçbir zaman o beklediğim geniş zamanlar gelmeyecek ve ben de o büyük yazı planlarımı gerçekleştiremeyeceğim o halde küçük bir adımla başlayayım, küçük notlar tutayım istedim. 

İş bu blog bu amacı gerçekleştirmek üzere kurulmuş olup burda hayata dair küçük ve güzel ayrıntılardan bahsetmeyi istiyorum. Olumsuzluklardan ve büyük resimden olabildiğince kaçmayı planlıyorum. Çünkü hayat, küçük ve güzel ayrıntılardan ibaret aslında.

Bu küçük ayrıntıları ilk kez fark ettiğim yer olduğundan ve her gün keşfedilecek pek çok ayrıntı sunduğundan olsa gerek İstanbul’dan pek sık bahsedeceğiz ve tabi evimiz Üsküdar’dan. Sonra diğer sevdiğimiz şeylerden mesela; 
tarihi mekanlardan, 
camilerden, 
yürünecek yollardan, 
huzur bulunabilecek kuytulardan, 
gökyüzünden, 
ay ve yıldızlardan,
çölden ve denizden,
okuldan,
okumaktan, 
kitaplardan, hassaten romanlardan, 
şarkılardan, 
fotoğraflardan, 
gidilmiş ve gidilecek uzaklardan 
ve belki de planlardan.

Hayırlara ve güzelliklere vesile olsun efendim.